Ezan oldum dinmedim, bayrak oldum inmedim, şehit oldum ölmedim. Adım Müslüman soyadım Türk benim...
  • ULVİ HOCAM NURKUL HOCAM 3700 GÜN 10 YIL OLDU LÜTFEN GELİN SİZİ ÇOK ÖZLEDİK.. İlimyuvası Yönetim İletişim ilimyuvasi.com@gmail.com

- P - Harfi

türkislam74

Uzman Onbaşı
PAPA:
Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri. Atalar atası mânâsına gelen papa, Roma'da bulunur. Îsâ aleyhisselâmın dînini yaymak için seçtiği on iki havârîden mürted olan (dinden çıkan) Yehûda (Judas) ilk papa olarak kabûl edilir. Aynı zamanda Roma piskoposu olan papanın aldığı kararlarda yanılmaz olduğuna inanılır. Papa, kardinaller meclisi tarafından seçilir.
Bugün papa, Vatikan sarayında bir hükümdâr gibi hareket etmektedir. Papaya bu hakkın tanınması, 1870'de İtalya birliğinin kurulup Roma'nın ele geçirilmesinden sonra olmuştur. Papaların hıristiyan devletleri üzerindeki siyâsî otoriteleri kalkmakla ber âber, halka te'sir etmede ve kilise adına vergi toplamadaki te'sirleri devâm etmektedir. Lüks bir hayat yaşayan papanın ve papalığın masrafları hıristiyan halkından toplanan kilise vergisi ile karşılanmaktadır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Orta çağda hıristiyanlık dîni, papaların oyuncağı hâline geldi. Papalar istemediği her kişiyi dinden aforoz ediyor, istediğini affediyor, para karşılığı Cennet'ten arsa satıyorlardı. Engizisyon mahkemelerinde binlerce insanı aforoz ettikten sonra işk enceyle öldürtüyorlardı. Papalar, makamlarını kuvvetlendirmek ve servetlerini artırmak için akıl almaz yollara baş vurdular. Galile, Kopernik, Newton dünyânın döndüğünü İslâm âlimlerinin yazdığı kitablardan öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papa tarafından aforoz edildi. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlar Îsevîlik (Nasrâniyyet) dîninin esâsını değiştirdiler. Papayı günâhsız kabûl ettiler. Papazlara günâh çıkarmak gibi yetki verdiler. İnsanların günahkâr olarak doğduklarını iddiâ ettiler. Teslis yâni üçlü tanrı sistemini kabûl ettiler. Üç lü tanrı inanışına karşı çıkan papalar oldu. Meselâ Papa Honorius hiçbir zaman üçlü tanrı sistemi olan teslisi kabûl etmediği için, öldükten kırk sekiz sene sonra İstanbul'da toplanan Sinod (rûhânî meclis) tarafından resmen lânetlenmiştir. (El-Hâc Abdullah bin Destan Mustafa)
Papaların arasından çok korkunç câniler çıktı. Bunlardan biri olan papa Borjiya (Borgia), düşmanlarını ve bunların arasında bulunan din adamlarını türlü türlü zehirlerle öldürdü, mallarını gasb etti. Her türlü rezâleti işledi. Kız kardeşi ile karı ko ca hayâtı yaşadı. Bütün bunlara rağmen, mukaddes ve günahsız sayıldı. (Şemseddîn Sâmi, Yeni Rehber Ansiklopedisi)

PAPAZ (Papas):
Hıristiyan din adamlarına verilen ad.
Akıldan ve ilimden mahrûm olan papazlar, İslâm dînine ve onun yüce peygamberine karşı korkunç iftirâ yapıp yalanlar uydurdular. İslâm âlimleri, papazlarla yaptıkları çeşitli münâzaralarda onları cevap veremez hâle getirdiler. Hıristiyanlar içinde de papazların zulümlerine, akıl ve mantıktan uzak inanışlarına isyân edenler çıktı. Luther ismindeki papaz, papaya isyân etti. İncîl'i Almanca'ya tercüme etti. İncîl'de bulunmayan; papazların evlenmesi, evlenenlerin bir daha ayrılmaması, günâh çıkarmak ve haça tapmak gibi hususları hıristiyanlık dîninden çıkardı. Böylece protestan denilen başka bir hıristiyan mezhebi ortaya çıktı. (Rahmetullah Efendi)
Roma kilisesi diğer din mensublarını ve vahşi kavimleri hıristiyanlaştırarak nüfûzunu artırmak için dünyânın her tarafında husûsî katolik mektebleri kurdu. Hıristiyanlığı duyurmak ve yaymak için misyoner ismini verdikleri çok müteassıb (yanlış inanış larında ısrâr eden) papazlar yetiştirdi. Bu papazlar gittikleri yerlerde câhilleri aldattılar. Anayı kızının, oğulu babasının aleyhine kışkırtarak birbirlerine düşman ettiler. (Harputlu İshâk Efendi)

PARA:
Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara di rhem denir.
Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi mal ve para toplamak olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir kimse helâl para ile binâ yaparsa, insanlar bundan faydalandığı müddetçe kendisine sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir zaman gelecek ki, insanlar yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp helâlini haramını düşünmeyecekler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Malı, parayı İslâm dîninin izin vermediği yerlere sarf etmemeli, izin verilen yere de israf etmemelidir. Parayı oyunlara, haramlara, çalgılara, süslenmeye, gösteriş yapmaya, öğünmeye, mal toplamaya kullanmamalıdır. Bunlara dikkat edince mal, para zar ardan kurtulur ve dünyâlıklar âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Haram olarak ele geçen bir kuruş parayı sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekten daha sevâbdır. (Abdullah bin Mübârek)
Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) ve Tâbiîn-i ızâm (Sahâbe-i kirâmı gören büyükler) zamanlarında paralar üzerine mübârek kelimeler yazılmadı. Çünkü para alış-veriş vâsıtası olduğundan muhterem (saygıya değer) değildir. Ehl-i sünnet (P eygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda) olmayan hükûmetler meselâ Fâtımîler, Resûlîler gibi müslüman ismini taşıyan ve İslâmiyet'e uymayan devletler, para üzerine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazmışlar, milleti kandırmışlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

PASKALYA:
Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.
Hindûların bayram günlerine ve ateşe tapınanların Nevrûz günlerine ve hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek (saygı göstermek) ve o zamanlarda onların âdetlerini onlar gibi yapmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olur. Kâfirler in bayramlarında, paskalya ve yortularında, müslümanların câhilleri, müslüman olmayanların yaptıklarını yapıyor ve bu günleri müslüman bayramı zannediyor ve kâfirler gibi birbirlerine hediye gönderiyorlar. Eşyâlarını sofralarını kâfirlerin yaptığı gibi süslüyorlar. O geceleri başka gecelerden ayırd ediyorlar. Bunlar hep şirktir, îmânsızlıktır. (Ahmed Fârûkî)

PATRİK:
Ortodoks mezhebine mensûb hıristiyanların, en büyük rûhânî (dînî) lideri.
1054 (H. 446) yılına kadar Roma'daki papaya bağlı kalan İstanbul patriği Mihâel Kirolarius, papadan ayrılarak şark (doğu) kilisesini kurdu. Ortodoks kilisesi adını alan bu kilisenin idâresini eline aldı. Bundan sonra ortodoks kiliselerinin merkezi İs tanbul Fener'deki patrikhâne oldu. Ortodoksların en büyük dînî lideri olan patrik, İstanbul'da bulunmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)
İslâm dîninin herkesi kendi dînî yaşayışında serbest bırakmasından ve müslümanların hoşgörüsünden istifâde eden patrikler, zamanla kendilerine verilen hak ve hürriyetleri kötüye kullandılar. Himâyesinde yaşadıkları İslâm devletlerini yıkmak ve hırist iyan tebeayı devlete karşı ayaklanmaya teşvik etmek için çalıştılar. Osmanlı Devleti'nin duraklama ve gerileme devirlerinde dînî faâliyetleri bırakıp siyâsî faâliyetlerde bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han, Boğdan-Eflâk ve Mora isyânlarını plânlayan ve Osmanlı Devleti'ni parçalayarak yıkmaya çalışan Rum patriği Gregorius'u patrikhânenin kapısında îdâm ettirdi. Tanzimattan sonra batılı hıristiyan devletlerin destek ve teşvikiyle daha da rahat hareket eden patrikler, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasında ve yıkılmasında önemli rol oynadılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlı Devletinde Rus sefiri (büyük elçisi) olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtırâlarında Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında Fener patrikhânesinin kapısında asılan, 1821 (H.1237) Rum isyânının baş plânlayıcısı olan patrik Gregorius'un, Rus Ça rı Aleksandr'a yazdığı mektubu açıklamaktadır. Mektûb ibret vericidir:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idâre edecek reislere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkâr ve an'anelerine (geleneklerine) bağlıdırlar. Türklerde evvelâ itâat (bağlılık) duygusunu kırmak, mânevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlıklarını zayıflatmak lâzımdır. Bunun da en kısa yolu millî geleneklerine ve mânevî değerlerine uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. (M. Sıddîk Gümüş)

PAZARLIK ETMEK:
Alış-verişte satan ile alan arasında malın fiyâtı veya bir işin ücreti husûsunda yapılan anlaşma.
Birbirinizi kıskanmayınız. Alış-verişte birbirinizi aldatmayınız. Birbirinize dargın durmayınız. Birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Birinizin bitmek üzere olan pazarlığını bozmayınız. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu yardımsız bırakmaz. Onu hor ve aşağı görmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamber efendimizin mübârek torunları İmâm-ı Hasen ve Hüseyn her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine; bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, bir şey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? d ediklerinde; "Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat alış-verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır" buyururlardı. (İmâm-ı Gazâlî)

PERİ:
Cin. (Bkz. Cin)

PEYGAMBER:
Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar. (Bkz. Resûl ve Nebî)
Allahü teâlânın emirlerini tebliğ etmekte, duyurmakta ve insanları Allahü teâlânın dînine çağırmakta peygamberler arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin doğru sözlü olduğuna inanmak demektir . Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur. (Seyyid Abdülhakîm)
Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, her insandan her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise her zamanda ve her mekânda her insandan her bakımdan üstündür. (Seyyid Abdülhakîm)
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete, hid âyete, râhata ve seâdete kavuşturmak için peygamberler gönderilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler mezarlarında bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücudlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; "Peygamberler, mezarlarında namaz kılarlar ve hac ederler" buyruldu. (Dâvûd bin Süleymân)
Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O'na ibâdet şekilleri eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile doğru olarak bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhiret seâd etini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere lüzumsuz göndermiş olurdu. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

PÎR:
1.Yaşlı, ihtiyâr. Kimisi bezirgân, kimisi hoca, Ecel şerbetini içmek de güç a Kimi ak sakallı kimi pîr koca Ne söylerler ne bir haber verirler.
(Yûnus Emre)
2. Mürşîd-i kâmil, tasavvuf yolunda rehber zât.
Pîr, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturur. (Hâce Behâüddîn Buhârî)
Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise), sohbeti büyük nîmettir. Ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Ve sohbetsiz vüsul (kavuşmak) mümkün değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmek düşünülemez. (Hâce Muhammed Bâkî-billah)
Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâlâya yalvarmalı ve duâ etmelidir. (Süleymân bin Cezâ)
Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek feyz kapısını kapatır. (Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi)
Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Pîrlik ve müridlik yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmaz. Ehl-i sünnet ve cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Pîr-i Fânî:
Ölünceye kadar Ramazân orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamıyacak kadar çok yaşlı olan.

PİSKOPOS:
Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.
İncîl okuyan hıristiyan din adamlarına Kıssîs, bir üst derecesine de Üskuf denir. Üskufların yüksek derecesindekilere piskopos denir. (Harputlu İshâk Efendi)

PİŞMANLIK:
Kişinin işlediği bir iş veya günâh sebebiyle vicdânen üzüntü duyması; tövbeye gelme; nedâmet.
Pişmanlık tövbedir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
Pişman olmaksızın dil ile yapılan tövbe yalancıların tövbesidir. (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münire)
Her geçen an, ömrümüz azalmakta, ecel (ölüm) zamânını yaklaştırmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize birşey geçmez. (İmâm-ı Rabbânî)

PİYANGO:
Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.
Satıcıların yaptıkları piyangolar, ziyan ve felâket sigortaları, kumarhâneler ve bankerler, birçok kimsenin malını elinden alarak, bunu kumar ve fâiz ile başkalarına vermekte, başkalarından aldıkları haram paranın arslan payı da piyangocunun, bu işi organize edenlerin ceblerine girmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İki veya daha çok kimse, aralarında para topladıktan sonra kendi aralarında piyango çekip kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumar olur. Geri kalan kısmı hayır kuruluşlarına bağışlamaları, bu piyangoyu kumarlıktan kurtarmaz. (M. Sıddîk Gümüş)

POLİGAMİ:
Çok evlilik. (Bkz. Teaddüd-i Zevcât)
İslâmiyet'te poligami, dörde kadardır. Birden fazla evlenmek emir değil, şartlara bağlı bir izindir. (Mustafa Sabri Efendi)

PUL:
Altın ve gümüş dışındaki mâdenî paralar. (Bkz. Fülus)

PUT:
Allahü teâlâya inanmayanların taptıkları resim veya heykel.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kureyş kâfirleri, putların kendilerine şefâat edeceklerini söylüyorlar. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın izni olmadan hiç kimse şefâat edemez. (Zümer sûresi: 44)
Putları, tapınılan heykelleri kırmak için ve akrabâya iyilik etmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İbrâhim aleyhisselâm; "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak kıl" diye duâ edince, Allahü teâlâ duâsını kabûl eyledi. Bu sebeble İbrâhim aleyhisselâmın evlâdından hiç kimse hiçbir puta tapmadı. (İmâm-ı Mücâhid)

PUTPEREST:
Puta tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ) O'nu (Muhammed aleyhisselâmı) hak ve hakîkat olan dîni tebliğ vazîfesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere gâlib gelsin. Putperestler beğenmese de bu böyledir. (Tevbe sûresi: 33)
İdrîs (aleyhisselâm) diri olarak Cennet'e çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadı. Resmini yapıp seyr eyledi. Daha sonra gelenler bu resimleri tanrı sandı. Çeşitli heykeller de yapıldı. Böylece putperestlik ortaya çıktı. (Nişâncızâde ve Kisâî)
Sâlih aleyhisselâm Semûd kavmine gönderilen peygamberdi. Bu kavim putperest idi. Sâlih aleyhisselâma inanmadılar. Sonunda onlara gökten azâb gelip helâk oldular. (Nişâncızâde)
 

türkislam74

Uzman Onbaşı
- R - Harfi

RAB:
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Sâhib, mâlik, terbiye eden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki; Allah her şeyin rabbi iken, hiç ben Allah'tan başka rab mı isterim? Herkesin kazanacağı ancak kendine âittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günâhını çekmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O vakit Allah, dünyâda ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (En'âm sûresi: 164)
Allah bütün göklerin ve yerin ve aralarındakilerin rabbidir. O hâlde O'na ibâdet et ve O'na ibâdet etmekte sabret... (Meryem sûresi: 65)
Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Levh-i mahfûza ilk olarak; "Benden başka Allah yoktur. Muhammed aleyhisselâm benim Resûlümdür ve Habîbimdir ve her şey benim mahlûkumdur. Her şeyin Rabbiyim, Hâlıkıyım (yaratıcısıyım) ." yazıldı. (Hadîs-i kudsî-Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel)
Rab kelimesini "Râb" diye uzatarak söylemek, mânâsını değiştirir. Çünkü Râb diye uzatarak söylenince, Arapça'da üvey baba mânâsına gelir. Meselâ "Elhamdülillâhi râbbil" diye uzatmak mânâyı bozuyor. Bunun gibi müezzinlerin (Râbbenâlekel hamd) demeleri de mânâyı bozuyor. Çünkü Rab kelimesini Râb şeklinde uzatarak söylemek, Allah'ımıza hamd ederiz yerine, üvey babamıza hamd ederiz oluyor. Bu şekilde okuma tegannî ile okumak olur. Tegannî ile okumak mânâyı bozarsa, namazı da bozar. Söylenişine dikka t etmek lâzımdır. (Alâüddîn Haskefî) Besmeleyle başlıyalım her işe! Allah adı, en iyi bir sığınaktır. Nîmetleri sığmaz ölçü hisâba, Çok acıyan, affı seven bir Rab'dır.
(M. Sıddîk Gümüş)

Rabb-ül'Âlemîn:
Âlemlerin rabbi, sâhibi olan Allahü teâlâ. (Bkz. Rab)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hamd, Rabb-ül'âlemîn olan Allah'a mahsûstur. O, Rahmân (dünyâda nîmetini herkese veren) ve Rahîm (âhirette nîmetlerini sâdece mü'minlere veren) dir. (Fâtiha sûresi: 1,2)

RABBÂNÎ:
1.Allahü teâlâdan gelen.
Evliyânın sözünde rabbânî te'sir vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden derin âlim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Velâkin Rabbânîler olunuz. (Âl-i İmrân sûresi: 79)
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh) vefât ettiği vakit İbn-i Hanefiyye şöyle dedi: "Bu ümmetin Rabbânîsi vefât etti."
Rabbânî âlim Yûsuf-i Hemedânî hazretleri buyurdu ki: "Bir kimse, kâmil bir mürşid (doğru yolu gösteren bir rehber) bulamazsa, bozuk şeyhlere talebe olmasın. Daha önce yaşamış din büyüklerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup onlarla amel etsin (orada yazılanları, hayâtında uygulasın). (Ahmed Fârûkî)

RABBENÂ LEKEL HAMD:
"Ey Rabbimiz sana hamd olsun" mânâsına namazda rükûdan doğrulunca okunması sünnet olan söz.
Peygamber efendimiz cemâatle namaz kılarken; "Semiallahü limen hamideh" yâni Allahü teâlâ kendisine hamd edenin hamdini işitir, kabûl eder" deyince, ilk safta bulunan hazret-i Muâviye "Rabbenâ lekel hamd" derdi. Böyle söylemesi takdîr ve tahsin (iyi) buyrularak, böyle söylemek kıyâmete kadar sünnet olarak kaldı. (İbn-i Âbidîn, Hindiyye)
Cemâatle namazda, imâm; "Semiallahü limen hamideh" deyince, cemâat çok yavaşca "Rabbenâ lekel hamd" der. İmâm bunu söylemez. (Halebî)

RÂBITA:
Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir v elînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulundurma.
"Ey îmân edenler. Allah'a bağlanınız ve sâdıklarla berâber olunuz" meâlindeki âyet-i kerîmede râbıtaya işâret vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Râbıta, feyz veren kâmil zâtın teveccühüyle birleşecek olursa, nûr üstüne nûr meydana gelir. (Tâceddîn Sübkî)
Bir insanın hiç görmediği kimsenin şeklini, sûretini yalnız işitmekle, okumakla öğrenerek, hayâline getirmesi çok zordur. Onun kendisi değil, başkası görünür. Bunun için, Resûlullah'a râbıta yapılmaz. Çünkü başkasının Resûlullah olduğuna inanmak küfü r olur. Evliyâya râbıta yapmakta bu mahzûr yoktur. (İbrâhim Fasîh)
Râbıtasız yapılan zikr (Allahü teâlâyı anma) insanı ilerletmez. Zikirsiz râbıta ilerletir. Râbıta her işte yardımcıdır. Zikirde yardımı ise pekçoktur. Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden ve şeytanın aldatmasından temizler. (Muhammed Hânî)
Râbıta, kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmekten, onları düşünmekten kurtulmasına vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Râbıta-i Telebbüsiyye:
Râbıta yaparken kendisini, velînin şeklinde, kıyâfetinde görmek ve düşünmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken ve dinlerken, ders, vâz dinlerken, namaz kılarken ve her ibâdeti işlerken râbıta-ı telebbüsiyye yapmak ibâdetlerden lezzet almaya sebeb olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

RACÎM:
"Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuş uzaklaştırılmış" mânâsına şeytanın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(İblîs yâni şeytan) dedi ki: "Ben ondan (hazret-i Âdem'den) hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." (Allahü teâlâ) buyurdu: "Hemen buradan (Cennet'ten veya göklerden) çık. Çünkü sen artık racîmsin." (Sad sûresi: 76, 77)
Kur'ân-ı kerîmi okumak istediğin zaman derhâl, racîm olan şeytandan Allahü teâlâya sığın (yâni Eûzü billâhimineşşeytânirracîm, de) . (Nahl sûresi: 98)
Allahü teâlâ racîm olan şeytan ile ilgili olarak, iki mühim şeyi mü'minlere emr buyurmaktadır. Bunlardan birincisi, şeytanı azılı düşman olarak bilmek, ikincisi ona düşman olmaktır. Bunun için de dâimâ İslâmiyet'e uymalıdır. (İmâm-ı Yâfiî)

RA'D SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on üçüncü sûresi.
Ra'd sûresi, kırk üç âyet-i kerîmedir. Sûrenin on üçüncü âyetinde gök gürültüsü mânâsına gelen er-Ra'd kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın varlığı, birliği, ilminin sonsuzluğu, îmân etmekle mes'ûd olanların ve inkâr eden kötü tâlih lilerin vasıfları ve âkıbetleri ve Allahü teâlânın, Peygamber efendimizin peygamberliğine şâhidliği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Mücâhid bin Cebr, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Ra'd sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İnsanlar gidişlerini bozmazlarsa, Allahü teâlâ da bunlara verdiği nîmetleri değiştirmez. Allahü teâlâ bir millete cezâ vermek isteyince, bunu kimse durduramaz. Onların Allahü teâlâdan başka hâkimi yoktur. (Âyet: 12)
Kim Ra'd sûresini okursa, geçmiş ve kıyâmete kadar gelecek bulutların hepsinin ağırlığının on katı sevâb verilir. Kıyâmet günü Allahü teâlânın ahdini (sözünü, va'dini) yerine getirenlerden olarak diriltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

RADIYALLAHÜ ANH:
Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.
Ebû Bekr radıyallahü anh birine nasîhat ederken şöyle buyurdu: "Ey kardeşim! Sana yaptığım nasîhatı aklında tut, kaybolmamasına dikkat et. Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek" dedi. Çok kere, dilini parmağı ile tutar ve; "Başıma gelen her şey bunu n yüzündendir" derdi. Binekte iken devesinin yuları düşse, verin, demez; deveyi çöktürür, alırdı. Sebebini sordular: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bana: "İnsanlardan bir şey isteme" diye emretti" buyurdu. (Şemseddîn Sivâsî)
Ebû Bekr ile Ömer radıyallahü anhümâ bu ümmetin üstünleridir. (Hazret-i Ali)
Eshâb-ı kirâmın radıyallahü anhüm ecmaîn hepsini büyük bilip, hürmet etmekle berâber, Ehl-i beyti (Peygamber efendimizin akrabâlarını) de sevmek Ehl-i sünnetin alâmetidir. (Tâhir-i Buhârî)

RADIYALLAHÜ TEÂLÂ ANHÂ:
Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.
Kadınlar Cennet'te, dünyâdaki bayram günleri gibi senede birkaç kere Allahü teâlâyı göreceklerdir. Mü'minlerin kâmil (olgun, üstün) olanları her sabah akşam, diğerleri ise Cumâ günleri Allahü teâlâyı anlaşılamayan bir şekilde göreceklerdir. Mü'min ka dınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımât-üz Zehrâ ve Hadîcet-ül Kübrâ ve Âişe-i Sıddîka ve diğer ezvâc-ı tâhirât (Peygamber efendimizin mübârek hanımları) ve hazret-i Meryem ve hazret-i Âsiye radıyallahü teâlâ anhünne ecmaîn gibi kâmil (üstün) ve ârif hâtunların diğer kadınlardan müstesnâ (ayrı) tutulmaları uygun olur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

RADÎ':
Süt emen iki buçuk yaşından küçük çocuk.
Radî', süt ana-baba ve akrabâsının hepsiyle evlenemediği gibi, süt ana-baba da Radî'nin evlâdı, zevc (koca) veya zevcesi (hanımı) ile evlenemez. (İbn-i Âbidîn)

RÂFIZÎLER:
Şîanın kollarından. İmâm-ı Zeynel'âbidîn'in vefâtından sonra oğlu Zeyd'den ayrılarak, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) düşmanlığında taşkınlık gösteren, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl etmeyen kimselerin m ensûb olduğu bozuk fırka. Terk edenler, ayrılanlar mânâsına râfızî denilmiştir.
Ümmetim arasında râfızî denilen kimseler meydana gelecektir. Bunlar İslâm dîninden ayrılacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Râfızîler, Zeyd bin Zeynel'âbidîn Ali, "İmâmdır" dediler. Bunlar Zeyd'e, Ebû Bekr ile Ömer'e düşman ol dediler. O da büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem dedi. Bunun üzerine Zeyd'in yanında n ayrıldılar. Râfızîler hazret-i Ali'yi seviyoruz; onu sevmek için, Eshâb-ı kirâmın hepsine veya birkaçına düşman olmak lâzımdır diyorlar. Bu bozuk düşünceleri onları doğru yoldan ayırdı. (Fîrûzâbâdî, Şehristânî)
RÂFİ' (Er-Râfi'): Esmâ-i hüsnâdan. Allahü teâlânın güzel isimlerinden. Mü'minlerin ve evliyânın derecelerini yükselten ve huzûrunda başlarını kaldırarak pak cemâline bakmak ile mertebelerini yükselten.
Er-Râfi' ism-i şerîfini söyleyen, zâlimlerin zulmünden emin olur. Beş yüz kerre söyliyenin maddî mânevî ihtiyâcı giderilir. (Yûsuf Nebhânî)

RAGÎBET:
İhsân ve ikrâm. Çoğulu regâibdir.
Receb-i şerîfin ilk Cumâ gecesine Regâib gecesi denir. Çünkü Allahü teâlâ bu gecede, mü'min kullarına rağibetler yapar. O gece yapılan duâ, namaz, oruç, sadaka gibi, ibâdetlere kat kat sevâb verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

RÂH-I İCTİBÂ:
Tasavvufta Allahü teâlâya kavuşturan yollardan biri. Seçilmişlerin yolu. (Bkz. İctibâ Yolu)
Râh-ı ictibâ, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur. Ancak ümmetlerinden onlara tâbi olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân olunduğu gibi, buna da nasîb ederler. (Şihâbüddîn Sühreverdî)

RÂH-I MÜRÎDÂN:
Tasavvufta müridlerin, talebelerin yolu. Allahü teâlâya kavuşturan yollardan. Sâlikler (tasavvuf yolunda ilerleyen talebeler) yolu. (Bkz. İnâbet)
Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir: Râh-ı mürîdân ve râh-ı murâdân. Râh-ı mürîdân, müridlerin yolu olup, sülûk ile (tasavvuf yolunda ilerlemekle) alâkalıdır, zahmetlidir. Râh-ı murâdân seçilmişlerin yolu olup, cezbe (Allahü teâlânın yolunda çeki lme) ile alâkalıdır. Buna ictibâ yolu da denir. (Bkz. Râh-ı İctibâ) (İmâm-ı Rabbânî)

RÂHİB:
Hiç evlenmeyen, bekâr ve yalnız yaşayan, yalnız ibâdetle meşgûl olan ve kilisede vazîfeli olan hıristiyan din adamı.
Papazlar herkese râhib olmayı, yalnız yaşamayı emrediyordu. Allah yolunda bulunabilmek ve Allahü teâlâya yaklaşabilmek ancak ruhbanlıkla yâni evlenmemekle olur sanıyorlardı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bunu önlemek için Eshâbının (arkadaşlarının) bekâr yaşamasını yasakladı. "Nikâh yapmak (evlenmek) benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan kimse benden değildir" buyurdu. (Saideddîn Fergânî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam tarafına giden ticâret kervanına katıldı. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra denilen yerde hıristiyanlara mahsûs bir manastırın yak ınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhib kalıyordu. Önceden yahûdî âlimlerinden iken sonradan hıristiyan olan bu bilgili râhib, kervanda bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Râhib Bahîra ısrarla yemeğe getirttiği sevgili Peygamber efendimizin mübârek sırtındaki mühr-i nübüvveti açtırdı. Bunu görünce, henüz yaşı küçük olan Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilen son peygamber olduğuna şehâdet etti. (Muînüddîn Hirevî)

RÂHİBE:
Kadın râhib. Hiç evlenmeyen, yalnız ve bekâr olarak yaşayan, kilisede ibâdetle meşgûl olan görevli kadın.
Şehvet nazarı ile kadınlara bakmanın aynen zinâ olduğunu Îsâ aleyhisselâm bildirmiş iken, hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir. Bugün ellerde dolaşan İncîller hıristiyan kadınların örtünmelerini emretmektedir. Bunun içindir ki, bütün kiliselerde, manastırlarda vazîfeli olan kızlar, râhibeler, müslüman kadınları gibi örtünmektedirler. (Harputlu İshâk Efendi)

RAHÎM (Er-Rahîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Şüphesiz ki, Allahü teâlâ Gafûrdur, Rahîmdir. (Zümer sûresi: 53)
... Ben ziyâdesi ile tövbe kabûl edici ve Rahîmim. (Bekara sûresi: 53)
Şeytan; "Allahü teâlâ Rahîm'dir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ, âhirette dostlarını yâni mü'minleri Rahîm sıfatıyla, keremiyle, ihsânıyla, Cennet'e ve cemâline kavuşturur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Her kim her gün yüz kerre Rahîm ism-i şerîfini söylerse, kalbinde rikkat ve mahlûkâta karşı merhamet peydâ olur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün, mü'minlere karşı raûf (şefkatli) ve rahîmdir. (Tevbe sûresi: 128)
Biz delikanlı, yaşça birbirimize yakın bir takım gençler, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) geldik de O'nun yanında yirmi gece kaldık. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) rahîm ve refîk (yumuşak, kibar, nâzik) idi. Âile efrâdını özlediğ imizi anlayınca, bize âilelerimizden kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendisine haber verdik. Bunun üzerine: "Âilelerinizin yanına dönün de onların arasında kalın! Hem onlara öğretin! Kendilerine emir verin! Namaz vakti gelince içinizden biriniz size ezân okusun; sonra en büyüğünüz size imâm olsun" buyurdu. (Mâlik bin Huveyris-Müslim)

RAHİMEHULLAH:
Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumull ah denir.

RAHMÂN (Er-Rahmân):
"Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Rahmânın kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakar ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman onlara "sağlık, esenlik size" gibi güzel sözler söyleyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. (Furkan sûresi: 63)
Her kim namazdan sonra yüz defâ Rahmân ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalbinden nisyan ve gafleti çıkarır. (Yûsuf Nebhânî) Zikr et zikr, bedende iken Cânın! Kalbin temizliği zikri iledir Rahmânın!
(İmâm-ı Rabbânî)
 

türkislam74

Uzman Onbaşı
Rahmân Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli beşinci sûresi.
Rahmân sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yetmiş sekiz âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen Rahmân kelimesinden dolayı Sûret-ür-Rahmân denilmiştir. Sûrede; göklerin düzeninden, Allahü teâlânın insanlara olan lütfu ve ikrâmından, insanın yaratı lışından, Allahü teâlânın kudretinden, kıyâmet gününden ve o günde isyânkârların cezâlandırılmasından ve inananların kavuşacağı nîmetlerden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Rahmân sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, yeri mahlûkât için yaratmıştır. Orada meyvalar ve salkımlı hurma ağaçları vardır. Yapraklı tâneler ve hoş kokulu bitkiler vardır. (Âyet: 10-12)
Kim Rahmân sûresini okursa, Allahü teâlânın verdiği nîmete şükr etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

RAHMET:
1. Acıma, merhamet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: "Ey (günâh işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allahü teâlâ (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günâhları magfiret buyurur, bağışlar. Şüphesiz ki O, Gafûr'dur, Rahîm'dir. (Zümer sûresi: 53)
Yâ Rabbî! Bize rahmetini ihsân eyle. İhsân sâhibi ancak sensin. (Âl-i İmrân sûresi: )
Allahü teâlâ rahmeti yüz parçaya ayırmış, doksan dokuzunu kendisinde bırakmış, yeryüzüne bir parça indirmiştir. İşte bütün mahlûklar bu parça sebebiyle birbirlerine acırlar... (Hadîs-i şerîf-Müslim)
... Ramazân'ın birinci gecesi Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmetle baktığı kuluna hiç azâb etmez. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin meleği ona sâyehân eder, gölgelendirir. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha kadar ona rahmet ile duâ ederler. Her bir ayağını kaldırdıkta bir günâhı affolur ve bir derece verilir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Allahü teâlânın bir kuluna rahmet etmiyeceğine, ona gazab ve azab edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası dokunmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâdan korkmalı, fakat O'nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümid, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. (Muhammed Hâdimî)
2. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Muhammed'in isimlerinden.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ sûresi: 107)
3. Kur'ân-ı kerîm.
4. Yağmur.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ rüzgârı, rahmetinden önce müjdeci olarak gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurla yerden meyveler çıkarırız. Ölülerini de mezârlarından böyle çıkaracağız. Umulur ki, düşünüp ibret alırsınız. (A'râf sûresi: 57)

Rahmet-i İlâhiyye:
Allahü teâlânın merhameti, acıması.
Kalbinde zerre kadar îmân olan bir kimse, Cehennem'de sonsuz kalmayacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennet'e girecektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cenâb-ı Hak bir kulunun hidâyet ve îmânda sebâtını dilerse, o kimseye rahmet-i ilâhiyye gelir. Rahmet-i ilâhiyye, şeytanı uzaklaştırıp, hastanın yüzünden yorgunluğu giderir. (İmâm-ı Gazâlî)

Rahmet Kapısı:
Duâların kabûl edildiği, ihsân ve bereket kapısı. Duâların geri çevrilmediği lütuf kapısı.
Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn
Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye adamın birini duâ ederken; "Yâ Rabbî! Bana rahmet kapını aç!" dediğini işitince; "Ey câhil! Allahü teâlânın rahmet kapısı şimdiye kadar kapalı mı idi de, şimdi açılmasını istiyorsun?" Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de, giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için duâ etmeliyiz" dedi. (Muhammed Rebhâmî)

Rahmet Melekleri:
Yeryüzünde dolaşan ve mü'minlerin ölümü ânında hâzır olan melekler. Bunlara Rûhâniyân da denir.
Resim, köpek ve cünüp kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Sizden öncekiler arasında doksan dokuz kişiyi öldürmüş biri vardı. Bu adam yeryüzündekilerin en âlimini sordu. Bir râhibi tavsiye ettiler. Ona geldi ve; "Doksan dokuz kişiyi öldüren bir kimse için tövbe (affolma imkânı) var mı?" diye sordu. O râhib de; "Hayır" dedi. Bunun üzerine onu da öldürdü ve onunla yüz kişiyi tamamladı. Sonra yeryüzündeki insanların en âlimini sordu. Ona başka âlim birini tavsiye ettiler. Ona geldi. "Yüz kişiyi öldürmüş bir kimse için tövbe var mı?" diye sordu. O da; "Evet tövbeyi kim engelleyebilir. Sen şu yere git. Çünkü orada Allahü teâlâya ibâdet (kulluk) eden insanlar vardır. Sen de onlarla berâber Allah'a kulluk yap. Sakın kendi memleketine dönme. Çünkü orası kötü bir yerdir" dedi.
Adam oraya gitti. Fakat yolu yarıladığında vefât etti. O zaman Rahmet melekleri ile azap melekleri (onun rûhunu alma) konusunda konuştular. Rahmet melekleri: "Bu adam tövbe ederek ve kalbi ile Allahü teâlâya yönelerek geldi" dediler. Azap melekleri ise; "O henüz bir hayır işlememiştir" dediler. Onların yanına insan sûretinde bir melek geldi. Onu aralarında hâkim yaptılar. O melek; "İki yer arasını (kendi memleketiyle gideceği iyi memleketin arasını) ölçünüz. Bunlardan hangisine daha yakınsa o oradan sayılır." dedi. Ölçtüler ve onu gitmek istediği yere daha yakın buldular. Bunun üzerine onu Rahmet melekleri aldılar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hangi evde Kur'ân-ı kerîm okunursa, orada bereket, bolluk olur, şeytanlar uzaklaşır, melekler oraya hücûm eder. Hangi evde Kur'ân-ı kerîm okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk başgösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır ve şeytanlar orayı istilâ eder. (Ebû Hureyre-İhyâ)
Can vermek acısı, dünyâ acılarının hepsinden daha şiddetlidir. Fakat, âhiret azâblarının hepsinden daha hafiftir. Mü'min, rûhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrîlerini görüp, onların zevki ile, can verme acısını duymaz. Rûhu tere yağından kıl çeker gibi çıkar. Nîmetlere kavuşur. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ)

RAHMETEN LİL ÂLEMÎN:
"Âlemlere rahmet" mânâsına Peygamber efendimizin mübârek isimlerinden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz seni ancak rahmeten lil âlemîn gönderdik. (Enbiyâ sûresi: 107) Geldi çün ol rahmeten lil âlemîn Vardı nûr anda karâr kıldı hemîn
(Süleymân Çelebi)

RAHMETULLAHİ ALEYH:
Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi aleyhim denir.
Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyhin kıymetli sözlerinden bâzıları şöyledir: Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görürseniz, İslâmiyet'e uymaktaki hassâsiyetine, titizliğine bakınız. Eğer bu yönü tam ise ona uyabilirsiniz. Emir ve yasaklara uymakta az da olsa bir gevşekliği varsa, hemen ondan uzaklaşınız, çünkü size zararı dokunur.
Allahü teâlâdan gâfil olmak, O'nu unutmak, ateşte olmaktan daha beterdir, kötüdür.
Sabır; yüzü ekşitmeden başa gelen dert ve musîbeti yudum yudum içine sindirmektir.
Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn rahmetullahi aleyh buyurdu ki: "Allahü teâlânın adı bulunmayan söz kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak faydasızdır."

RAKÎB (Er-Rakîb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ her şeyi, rakîbdir. (Ahzâb sûresi: 52)

RAKS:
Oynamak, dans.
Tasavvuf yolları çoktur. Bunların içinde en lüzumlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid'atlerden (dinde reformlardan) kaçan büyüklerin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, h âl, görüş ve ma'rifetler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fakat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakta gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bu büyüklerin yolunda sima' ve raks yasaktır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişler, bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. (Abdülhakîm Arvâsî)

RAMAZAN:
Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.
Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Kim Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramı gecelerini ihyâ ederse; kalblerin öldüğü gün, onun kalbi ölmez. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ü Metcer-ür-Râbih)
Kim Ramazân-ı şerîfin başından sonuna kadar cemâatle namaz kılarsa, Kadir gecesinden nasîbini almış olur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Ramazan çok hayırlı ve mübârek bir aydır. Gündüz tutulan oruca, gece kılınan namaza, bu ayda verilen sadakaya, Allahü teâlâ kat kat sevâb verir. (Hazret-i Ömer)
Ramazan ayının ilk gecesinden son gecesine kadar göklerin kapıları açılır. Yâni bereket ve duâların kabûl kapıları açık kalır.Ramazan gecelerinde namaz kılanlara Allahü teâlâ her bir secdesine bin beş yüz hasenât, lutf ve ihsân buyurur. Kırmızı yâkut tan yapılmış bir cennet verilir. Birçok kapısı olup, kapıları altından, kırmızı yâkutlar ile süslüdür. Allahü teâlâ insanın her orucuna başka başka lutuflar ihsân eder. Oruçlu olduğu günün güneşinin doğuşundan batışına kadar yetmiş bin melek o oruçluya istiğfâr eder. Gecesinde ve gündüzündeki secdelerine, Cennet bağlarında dünyâda tasavvur edemediği ağaçlar dikilir ve gölgeliklerinde binlerce insan gölgelenir. (Muhyiddîn-i Arabî)
Ramazân-ı şerîfte yapılan nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur. Cehennem'den âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere bütün sene bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ramazan Hilâli (Bkz. Rü'yet)

RÂSİH ÂLİM:
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan büyük din âlimi. (Bkz. Ulemâ-i Râsihîn)
Râsih âlimlerin dört hasleti vardır: 1)Allahü teâlâdan korkmak, 2)İnsanlara karşı mütevâzî (alçak gönüllü) olmak, 3)Dünyâya düşkün olmamak, 4)Nefsi ile mücâdele etmek. (İmâm-ı Mâlik)
Râsih âlimler, peygamberlerin vârisleri oldukları müjdelenmiş olan, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tam uyan, kendilerine nice gizli ve ince bilgiler ihsân olunan ve gizli ve açık ilimlere kavuşan âlimlerdir. İsrâ sûresinin seksen beşinci âyetinde meâlen; "Sizlere, ilimden pek az verildi" buyruldu. Burada bildirilen ilim ile şereflenen râsih âlimler perde arkasını seyretmektedirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Râsih ilimli âlimlere Allahü teâlânın vâsıtasız olarak ihsân ettiği ilme (vehbî) veya (kalb ilmi)denir. Hadîs-i şerîfte; "İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)

RAÛF (Er-Raûf):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhâcirlerden (Mekke'den göç eden) ve Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler; "Yâ Rabbî! Bizi affet ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi affet. Kalblerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen Raûf'sun, Rahîm'sin" derler. (Haşr sûresi: 10)
Kızgınlık ânında kim on defâ er-Raûf ism-i şerîfini söyler ve Peygamber efendimize salevât-ı şerîfe okursa öfkesi geçer, sâkinleşir. (Yûsuf Nebhânî)
2. "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, O'na çok ağır ve güç gelir. Size (îmânınıza ve hâlinizin salâhına, iyi olmasına) çok düşkündür. Mü'minlere karşı raûf ve rahîmdir. (Tevbe sûresi: 128)

RAVDA-İ MUKADDESE:
Mukaddes bahçe. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevveredeki mescidinin içinde kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberinin arasında kalan mübârek mekân, yer. (Bkz. Ravda-i Mutahhera)

RAVDA-İ MUTAHHERA:
Temiz bahçe. Medîne-i münevveredeki Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinin içinde bulunan ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan 26 m. uzunluğundaki mübârek yer. Ravda-i mukaddese, Ravda-i mübâreke de denir.
Bu fakire göre yeryüzünün en kıymetli yeri, Kâbe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm denilen câmidir. Bundan sonra Medîne'deki Ravda-i mutahheradır. Üçüncü olarak Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki, Ravda-i mutahhera Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hacca giden müslümanlar Mekke'de hac vazîfesini yerine getirdikten sonra Medîne'ye gelirler. Mescide girmeden önce gusl abdesti alınır. Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyârete niyet edilir. Salevât-ı şerîfe ve duâ okuyarak Mescid-i nebîye geli nir ve minber yanındaki Ravda-i mutahherada iki rek'at tahiyyet-ül-mescîd namazı, iki rek'at da şükür namazı kılınır. Duâdan sonra Kabr-i şerîf ziyâret edilir. (Abdullah Mûsulî)

RAVDA-İ MÜBÂREKE:
Mübârek, bereketli bahçe. Medîne-i münevverede, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan mübârek mekan, yer. (Bkz. Ravda-i Mutahhera)

RÂVÎ:
Rivâyet eden, nakleden; duyduğu veya gördüğü bir sözü, bir işi, bir olayı başkasına haber veren; Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, metin (hadîs-i şerîfin kendisini) ve senedi (nakledenleri) ile birlikte nakleden hadîs âlimi.
Hadîs râvîlerinden Ebû Hüreyre radıyallahü anhın bildirdiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: "Kadın dört şey için nikâh edilir:Malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen, dindâr kadını seç; mes'ûd olursun." Bir başka hadîs-i şerîfte; "Abdestli olan vücûd âzâsına Cehennem ateşi dokunmaz" buyruldu.
Râvîlerin önde gelenlerinden hazret-i Âişe vâlidemize, Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Ey Âişe, yumuşak ol! Zîrâ Allahü teâlâ, bir ev halkına iyilik murâd ederse, onlara rıfk (yumuşaklık) kapısını gösterir."
Müksirûn denilen binden fazla hadîs nakletmiş olan râvîlerden Enes bin Mâlik, şu hadîs-i şerîfi bildiriyor: "Kendisinde şu üç sıfat bulunan, îmânın tadını duyar: Allahü teâlâ ve Resûlünü başkalarından daha çok sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Küfürden (îmânsız olmaktan) kurtulup hidâyete (doğru yola) kavuştuktan sonra, ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derece kerih (çirkin) ve kötü görmek."

RÂYE:
Bayrak, sancak. (Bkz. Livâ)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, yirmi yedi kerre muhârebe yaptı. Bunlardan dokuzunda er olarak hücûm etti. Diğerlerinde başkumandanlık mevkiinde bulundu. Râyesi siyâh idi. Livâsı (sancağı) daha küçük olup, beyaz idi. (İmâm-ı Kastalânî)

RÂZI:
Memnûn, hoşnûd olan. (Bkz. Rızâ)
Kendisinden kocası râzı olduğu hâlde ölen her müslüman kadın Cennet'e girer. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Namazlarını vakitleri gelince hemen kılanlardan Allahü teâlâ râzı olur. Vakitlerinin sonlarında kılanları da affeder. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât)
Üveys-i Karnî'nin yüksek mertebelere kavuşması, annesini râzı etmesi bereketiyle idi. Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Üveys-i Karnî'nin bütün o kerâmet ve ihsâna kavuşması; annesine iyilik etmesiyledir" (Meşârik-ul-Envâr)
 

türkislam74

Uzman Onbaşı
RÂZIK:
Rızk veren. Yiyecek, içecek gibi kendisi ile faydalanılan şeyi veren.
Hakîkatte hâlık (yaratıcı) ve râzık Allahü teâlâdır. İnsana, hâlık veya râzık demek ilhâddır (zındıklık, dinsizliktir). İnsanın aslî sıfatı, âcizlik ve ihtiyâçtır. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi (zâtına âit olan sıfatı), kudret (her şeye gücünün y etmesi) ve gınâdır (başkasına muhtâç olmamasıdır). İnsanlara, yarattı ve yaratıcı dememeli; Allahü teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı ve ad takmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Allahü teâlâ öyle bir Râzıktır ki, kullarının günâhlarından dolayı onların rızıklarını kesmiyor. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

REBÎ'UL-EVVEL:
Hicrî-Kamerî senenin üçüncü ayı, Peygamberimizin doğduğu ay.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, mîlâdın beş yüz yetmiş birinci yılı Nisan ayının yirmisine rastlayan, Rebî'ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi, sabaha karşı Mekke-i mükerreme şehrinde dünyâya gelmiştir. Dünyânın her tarafındaki müsl ümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde mevlid kasîdeleri okunarak Resûlullah efendimiz hatırlanmaktadır. Peygamberimiz, nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye ehemmiyet verirdi. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştı. Bugün de, müslümanların bayramıdır. Neş'e ve sevinç günüdür. (İmâm-ı Kastalânî)

RECÂ:
Ümid etmek, Allahü teâlânın rahmetini ummak. (Bkz. Havf ve Recâ)
Peygamber efendimiz, ölüm döşeğinde yatan bir hastanın ziyâretine giderek, ona, kendisini nasıl hissettiğini sorar. Adam; "Günâhımdan korkuyor, fakat Allahü teâlânın rahmetinden de ümîdimi kesmiyorum" deyince; Resûlullah efendimiz; "Mü'minin kalbinde havf (korku) ile recâ toplandığı müddetçe, Allahü teâlâ o kuluna ümit verir ve onu korktuğundan emîn kılar" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn-Tenbîh-ül-Gâfilîn)

RECEB AYI:
Hicrî ayların yedincisi ve mübârek üç ayların birincisi.
Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikrâm edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette ikrâm eder. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Receb'in ilk Cumâ gecesini ihyâ edene (saygı gösterene) , Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız, yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez. Fâiz alan veya veren, müslümanları aşağı gören, anasına-babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk; müslüman olan ve şerîate dîne uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı san'at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Receb-i şerîfin bir gün evvelinden, bir gün ortasından ve bir gün de sonundan oruç tutana Receb-i şerîfin hepsini tutmuş gibi, Hak teâlâ hazretleri lütf ve ihsânda bulunur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Receb ayının her gecesi kıymetlidir. Receb ayı Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. (Kutbüddîn İznikî)

RECM:
Taşlama; muhsan (evli) olup, zinâ eden kadın ve erkeği taşlayarak öldürme.
Recm olunacak müslüman erkek ve kadının, zinâ suçunun, dört şâhid ile isbât edilmiş olması veya kendileri tarafından dört kerre îtirâf (kabûl) edilmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Osmanlılarda, altı yüz sene içinde, bir kerre zinâ şâhidliği yapılmamış, bu sebeb ile hiç kimse, recm edilerek öldürülmemiştir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

REDDİYE:
Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle hisse alanlara Eshâb-ı red denilir.
Zevc (koca) ve zevce (hanım) dışındaki Eshâb-ı ferâiz (belli pay sâhipleri) reddiye yoluyla mîrâsçı olur. Zevc ve zevceye red olunmayanlar denir. (M. Mevkûfâtî)

REF':
Yukarı kaldırma, yükseltme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kitabda İdrîs'i de (aleyhisselâm) an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu yüksek bir mekâna (göklere veya Cennet'e) ref' ettik. (Meryem sûresi: 56, 57)
Doğrusu Allah onu (Îsâ aleyhisselâmı) ref' edip himâyesine almıştır. Allah Azîz'dir. Hükmünde hikmet sâhibidir. (Nisâ sûresi: 158)
Biz, dilediğimizi derecelerle ref' ederiz ve her ilim sâhibinin üstünde bir âlim vardır. (Yûsuf sûresi:76)
(Ey Resûlüm! Biz) Senin şânını (ismini ezân ve ikâmetlerde okunmakla) ref' etmedik (yükseltmedik) mi? (İnşirâh sûresi: 4)

RE'FET:
Acıma, merhamet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sonra (Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) gönderdik ve ona İncîl'i verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalblerine de re'fet ihsân ettik. (Hadîd sûresi: 27)
Acımak ve şefkat duygusunu kalbine yerleştirmiş olan re'fet sâhibleri, himmetlerini zayıf ve âciz bir hayvana varıncaya kadar uzatırlar. Re'fet sâhibi olmak, Allahü teâlânın lütuf ve merhâmetinin eseridir. (Ahmed Rıfat Efendi)

REFÎK:
1. Dost ve arkadaş.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kim Allahü teâlâya ve Resûl'e itâat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine lütuflarda, ihsânlarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlih kişilerle berâberdir. Bunlar ne güzel refiktirler. (Nisâ sûresi: 69)
Her peygamberin bir refîki vardır. Benim Cennet'teki refîkim Osman'dır. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ul-Muhrika)
Önce refîk sonra yol. (Şâh-ı Nakşibend) Yâ Rab! Kabrimi Ravda-i Cennet et, Yalnız bırakma, refîkim rahmet et.
(M. Sıddîk Gümüş)
2. Yumuşak huylu, rıfk sâhibi. (Bkz. Rıfk)
Allahü teâlâ refîktir, yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini yumuşak davranana ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Refîk-i A'lâ:
1. Allahü teâlâ.
Ölüm hastalığında Resûl-i ekrem, dünyâda kalmakla, âhirete kavuşmak husûslarında serbest bırakıldığı vakit; "Allah'ım, senden Refîk-i a'lâ'yı isterim" buyurmuştur. (Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim)
2. Peygamberlerin, evliyânın, şehidlerin ve sâlih (iyi) kimselerin rûhlarının bulunduğu yer.
Rûhun, bedendeki hâlinden başka hâlleri vardır. Mü'min öldükten sonra, rûhu, Refîk-i a'lâda bulunur. Bedene ilgisi de vardır. Bir kimse, mezârdaki bedene selâm verse, Refîk-i a'lâda bulunan rûhu bu kimseye selâm verir. (Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dilediklerine kavuşup, Allahü teâlânın ihsân ettiği derecelere varıp, cenâb-ı Hakk'ın takdîri yerini bulunca, Azrâil aleyhisselâmın dâvetini kabûl edip, hicrî bin otuz dört senesi, Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü Ref îk-i a'lâ'ya kavuştu. Sihrind (Serhend) kabristanına defn edildi. (Bedreddîn Serhendî)
Allah'tan korkan takvâ sâhipleri için, başkalarının ortak olmıyacağı üstün makamlar vardır. Onlar, Refîk-i a'lâ'da yer alırlar. Çünkü onlar âlimlerdir. Âlimler ise, Peygamberlerin vârisleri olmaları bakımından peygamberlerle berâberdir. Refîk-i a'lâ' da bulunmak, peygamberler ve onlara katılanlara mahsûstur. (İmâm-ı Gazâlî)

REFREF:
İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.
Resûlullah efendimiz, mîrâc gecesinde, Cebrâil aleyhisselâm ile Burak adındaki beyaz hayvana bindi. Altıncı gökteki Sidret-ül-müntehâ ağacının yanına geldiler. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı ve; "Kıl kadar ilerlersem, yanar yok olurum" dedi. Resûlullah efendimiz, Cennet'i, Cehennem'i ve sayısız şeyleri gördü. Sonra Refref üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktı. Hicâb denilen yetmiş bin perdeden geçti. Her hicâb arası çok uzak idi. Her perdede vazîfeli melekler vardı. Refref, Peygambe r efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. (Halebî) Söyleşirken Cebrâil ile kelâm Geldi Refref önüne verdi selâm.
(Süleymân Çelebi)

REGÂİB GECESİ:
Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.
Allahü teâlâ, Regâib gecesinde mü'min kullarına, ragîbetler yapar. Regâib gecesinde yapılan duâ red olmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlere kat kat sevâb verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler. (Seyyid Abdülhakîm)
Türkiye'de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek babası Abdullah'ın evlendiği geceye, Regâib kandili ismi veriyorlar. Regâib gecesine böyle mânâ vermek doğru değildir. Böyle mânâ ve rmek, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dokuz aydan önce dünyâyı teşrif etmiş olduğunu yâni doğduğunu bildirmek olur ki, bu da noksanlık ve kusurdur. Her bakımdan her insanın üstünde ve her bakımdan kusursuz olduğu gibi, Âmine vâlidemizi nû rlandırdığı zaman da noksan ve kusurlu değildi. Bu zamânın noksan olması tıp ilminde ayb ve kusur sayılmaktadır. (Seyyid Abdülhakîm)

REGÂİB NEMAZI:
Receb ayının ilk Cumâ gecesi olan Regâib gecesinde kılınan nâfile namaz.
Regâib, Berât ve Kadir gecesi namazını cemâatle (toplu olarak) kılmak mekrûhtur. Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır ve yapın diye emir buyurmamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

REHBER:
Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât. (Bkz. Mürşîd)
Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; insanların rehberi, her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve cenâb-ı Hakk'a kavuşturma yolunu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet'in emirlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip kötülükten men edici olması, misâfirperver ve gece leri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Târihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anlad ı. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Peygamberleri işitmiyenler, hâlıkı (yaratanı) evvelâ etraflarında aradı. Kendilerine en büyük fâidesi olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmağa başladılar. Kısacası, insan bir, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler en büyük rehberlerdir. İslâm dînini tebliğ eden, en son ve en üstün peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. O'na verilen kitâb, Kur'ân-ı kerîmdir. O'nun doğru yolu gösterici mübârek sözlerine, hadîs-i şerîf denir. Bir insan, bir rehber olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâsını anlayamaz. Bunun için, yetişmiş ve yetiştirebilen Mürşid-i kâmil denilen büyük din âlimlerine ihtiyaç vardır. Bun ların en üstünleri de dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'dir "rahmetullahi aleyhim ecmaîn". Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitâblarını okumak lâzımdır. Bunların herbirinin kitâblarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitâbların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna "Ehl-i Sünnet" îtikâdı (inancı) denir. (M. Sıddîk Gümüş)

REHN (Rehin):
Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.
Rehn ancak mal borcu için verilir ve zor ile alınmaz. Rehn akd ile yâni îcâb ve kabûl (sözleşme) ile yapılır. (İbn-i Âbidîn)
Rehin bırakılan malın, satılmaya elverişli olması şarttır. Ağırlıkla ve hacim ile ölçülen her şey; altın, gümüş eşyâ, para rehn olarak verilebilir. (İbn-i Âbidîn)
Rehin edilen şeyin satışı, rehn sâhibinin izni olmadan bâtıldır, geçersizdir. Teslîmi câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
Rehn, borç ödeninceye kadar habs olunur. Önce borç ödenir; sonra rehn geri verilir. (İbn-i Âbidîn)
Alacaklı; rehnin, borçlunun mülkünden çıkmasına sebeb olamaz, satamaz, kiraya veremez. Rehni, ancak borçlunun izni ile kullanabilir. (Ali Haydar Efendi)
Borçlu, rehndeki malını, alacaklının izni olmadan satamaz. Satmak için isteyemez. (İbn-i Âbidîn)

REK'AT:
Namazın bölümlerinden her biri; bir namazda kıyâm, rükû ve iki secdenin toplamı.
Bir kimse kırk gün (cemâatle kılınan) namazın birinci rek'atini kaçırmazsa, ona iki berât (kurtuluş vesîkası, senedi) yazılır: Cehennem'den kurtulma berâtı ve nifâktan (münâfıklıktan) kurtulma berâtı. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Ağız misvâklanmış olarak kılınan iki rek'at namaz, misvaklanmadan kılınan yetmiş rek'at namazdan daha üstündür. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, Beyhekî)
Âkil (akıllı) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olan her müslümanın her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Bu beş vakit namaz kırk rek'at eder. Bunlardan on yedi rek'ati farzdır. Üç rek'ati vâcibdir. Yirmi rek'ati sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Birinci rek'at, namaza durunca; diğer rek'atler ayağa kalkınca başlar ve tekrar ayağa kalkıncaya kadar devâm eder. Son rek'at ise, selâm verinceye kadar devâm eder. (İbn-i Âbidîn)
İki rek'atten az namaz olmaz. Akşamın farzı ile vitirden başka, her namaz çift rek'atlidir. (Tahtâvî)
Her bir rek'atte namazın farzları, vâcibleri, sünnetleri, müfsidleri ve mekrûhları vardır. (Bkz. İlgili maddeler) (Abdullah-ı Mûsulî)
Namazda rükûa yetişemeyen, o rek'ati imâmla kılmış olmaz. İmâm rükûda iken gelen, niyyet eder ve ayakta tekbîr getirip namaza girer. (Halebî İbrâhim)

REML (Remel):
Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.
Reml, haccın sünnetlerindendir. Resûlullah efendimiz, Mekke'yi feth edip Kâbe'yi tavâf esnâsında, Eshâbı (arkadaşları) ile birlikte reml yaparak tavâf ettiler. Bu şekilde yapmalarının sebebi; karşıdan onları seyreden ve müslümanların zayıf düştükleri kanâatinde olan Mekkeli müşriklere, mü'minlerin güçlü ve azimli olduklarını göstermek içindi. İşte bu sünnet, o hâdisenin hâtırâsıdır. (İbn-i Hümâm)
Kâbe'nin etrâfında yedi defâ tavâf eden (dönen) bir kimse, ilk üçünde reml yapar. Diğer dört tânesini de normal yürüyüşle yapar. Reml yapmaktan maksad; müşriklerin gözünü yıldırmak ve şecâat (kahramanlık) göstermektir. Reml'de efdâl olan, Kâbe'nin ya kınında olmasıdır. Kalabalık sebebiyle bu mümkün olmuyorsa, uzaktan yapmalıdır. Dış taraftan üç kere reml yapar, sonra da yaklaşarak mümkün olduğu kadar kimseye eziyet etmeden dört kere daha döner. Her dönüşte, hacer-ül-esved'i istilâm (selâmlama) da ha iyidir. (İbn-i Hümâm)

REMY-İ CİMÂR:
Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.
Remy-i cimâr haccın vâciblerindendir. Kurban Bayramı günlerinde Minâ'da birbirlerinden birer ok atımı uzakta bulunan Cemre-i ûlâ (birinci cemre), Cemre-i vustâ (orta cemre) ve Cemre-i Akabe (Akabe cemresi) adı verilen taş yığınlarına, üç gün her biri ne yedişer taş atılır. Bu taşlar atılırken Allahü ekber denir. (Mehmed Zihni Efendi)
Remy-i cimâr, Kurban bayramının dört gününde de yapılır. Birinci günü sabahı, Cemre-i Akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla cemre yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır. Bayramın ikinci günü öğle namazında Minâ 'da okunan hutbeden sonra üç cemreye yedişer taş atılır. Remy-i cimâra mescid-i Hîf'e yakın olandan başlanır. Üçüncü günü de böyle yedişer taş atılır ki, hepsi kırk dokuz taş olur. Dördüncü gün de Minâ'da kalıp fecrden (tan yerinin ağarmasından) güne şin batışına kadar dilediği zamanda yirmi bir taş daha atmak müstehâbdır. Remy-i cimâr esnâsında, birinci ve ikinci cemrelere (taş atma yerlerine) taş attıktan sonra kollar omuz hizâsında kaldırılarak ve el ayaları semâya veya kıbleye çevrilerek duâ edilir. Atılacak yetmiş taş Müzdelife'de toplanır. Remy-i cimârı hayvan üstünde yapmak da câizdir. (Mevkûfâtî)

RESÛL:
1. Yaratılışı, huyu, ilmi, aklı ve her bakımdan zamânında bulunan bütün insanlardan üstün olan ve yeni bir din ile gönderilen peygamber.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Resûl size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allahü teâlâdan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı çetindir. (Haşr sûresi: 7)
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan beri her bin senede bir resûl vâsıtasıyla insanlara bir din göndermiştir. Son resûl Muhammed aleyhisselâmdır. O'ndan başka peygamber gelmeyecektir. O bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Allahü teâlânın, resûlleri vâsıtasıyla bildirdiği emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak ve şüphe etmek küfürdür. Çünkü resûle inanmamak veya îtimâd etmemek, resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur. Kusurlu olan peygamber olamaz. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamayacak kadar çok nîmet, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, resûller ve nebîler (aleyhissalevâtü vetteslîmât) göndererek ebedî seâdetin yolunu göstermiştir. (Hâdimî)
2. Elçi, haberci.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlara o şehir (Antakya) halkını misâl getir. Hani oraya (Îsâ aleyhisselâmın) resûller gelmişti. Biz o zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları tekzîb etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü ile bunları takviye etmiştik de "Hakîkat, biz size gönderilmiş elçileriz" demişlerdi. (Yâsîn sûresi: 13,14)

Resûl-i Ekrem:
Peygamberlerin en üstünü, en kıymetlisi olan Muhammed aleyhisselâm.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlere rahmet, canlı ve cansız her mahlûka peygamber olarak gönderilmiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Resûl-i ekremin mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivri sinek ve diğer böcek mübârek kanını içmezdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Resûl-i ekremin güzel huyları pekçoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin sallallahü aleyhi ve sellem şefâatine kavuş mak nasîb olur. (İmâm-ı Kastalânî)
Resûl-i ekrem nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep öne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Seâdet, huzur isteyen O'nun gibi olmalıdır. (İmâm-ı Kastalânî)
Resûl-i ekrem, kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı; amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da na maz kılarken ağlardı. (Abdülhak-ı Dehlevî, Kastalânî)

Resûl-üs-Sakaleyn:
İnsanlara ve cinne peygamber olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm.
Rivâyet olunur ki, Mekke'de bir ağaç, Resûl-üs-sakaleyn'in önüne gelip; "Yâ Resûlallah! Cinnîlerden bir cemâat sizinle görüşmeye gelmişler. Hüsûn denilen yerde bekliyorlar" dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ben bu gece cinnîler ile mülâkât etmeğe ve onlara dîn-i İslâm'ı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmeye emr olundum. Benimle gelecek kim vardır?" Eshâb-ı kirâm sustular. İbn-i Mes'ûd (r.anh); "Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız ben gelebilirim" dedi. Kalkıp o yere gittiler. Resûlullah efendimiz mübârek parmağıyla bir dâire çizdi ve İbn-i Mes'ûd'a; "Bu dâire içine otur, sakın dışarı çıkma. Yoksa beni göremezsin" buyurdu. Sonra namaza durdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Daha sonra cinnîler gelip Resûlullah'a uydular. Hepsi on iki bin cinnî idi. Namazdan sonra onları İslâm'a dâvet eyledi. Hepsi kabûl ettiler. (Molla Miskîn)
Resûl-üs-sakaleyn Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demek; O'nun gittiği yolda yürümektir. O'nun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola, dîn-i İslâm denir. O'na uymak için, önce îmân etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, farzları yapma k, haramlardan kaçınmak, daha sonra sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mübahlarda (yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylerde) da O'na uymaya çalışmalıdır. (Ahmed Fârûkî)


RESÛLÎLER:
Yemen'de 1231 (H. 629)-1454 (H. 858) yılları arasında hüküm sürmüş olan bozuk inanışlı bir hânedân, âile.
Abbâsî halîfeleri, Muhammed bin Hârûn isminde bir kimseye elçilik görevi verdiler. Muhammed bin Hârûn, Mısır ve Şam taraflarına elçi olarak gidip geldiği için ona Resûl, onun neslinden gelenlere de Resûlîler adı verildi.
Resûl adı verilen Muhammed bin Hârûn Bağdâd'da çıkan bir isyân üzerine âilesiyle birlikte Mısır'a gitti. Mısır'a hâkim olan Selâhaddîn-i Eyyûbî bu kimseye iyiliklerde bulundu. Daha sonra Resûl'ün oğlu Ali bin Resûl'ü üç oğlu ile birlikte Yemen'e gönd erdi ve vâli tâyin etti. Babalarının lakabı sebebiyle Resûlîler denilen bu âile zamanla Yemen'de iktidârı tamâmen ele geçirdiler. Yemen'i Abbâsî halîfesinin vekîli olarak idâre ettiklerini iddiâ ettiler. Memlekette çıkan karışıklık ve isyânlar sebebiyle 1454 (H. 858) senesinde Resûlîler devleti yıkıldı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları) ve Tâbiîn-i ızâm (Eshâbı gören büyükler) zamanlarında paralar üzerine mübârek kelimeler yazılmadı. Çünkü para, alış-veriş vâsıtası olduğundan muhterem (saygıya değer) değildir, hakîrdir. Üzerlerine resim ko ymak câiz olur. Ehl-i sünnet olmayan hükûmetler meselâ Fâtımîler, Resûlîler gibi mûtezile mezhebinde olup müslüman ismini taşıyan fakat İslâmiyet'e uymayan hükümdârlar para üzerine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazmışlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

RESÛLULLAH:
Allahü teâlânın peygamberi Muhammed aleyhisselâm.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar; nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Namaz, insanı kötü ve çirkin işler yapmaktan korur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhirette zararlı olan şeylerden sakınmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Ceddinin torunusun o kan damarındadır, İstersen neler olur, ruhları yanındadır, Resûlullah'ın aşkı kalbinde kanındadır, O senden yüz çevirmez, ara hakîkî yârı.
(M. Sıddîk bin Gümüş)

REŞÎD (Er-Reşîd):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâta (yarattıklarına) doğru yolu gösterip, dilediğini bu yolda bulunduran.
Er-Reşîd ism-i şerîfini söyleyenin yaptığı ameller kabûl olur. (Yûsuf Nebhânî)
2.Rüşd sâhibi yâni, dînî vazîfelerini yerine getiren ve malını tasarruf edebilen, âkıl bâliğ olan, aklını ve malını yerinde kullanan.
Çocuk bâliğ olunca, malını kullanmaya hak kazanır. Fakat reşîd olduğu görülmezse, yirmi beş yaşına kadar malı kendine verilmez. (İbn-i Âbidîn)

REVÂFID:
Râfizîler. Hazret-i Ali'yi sevmekte taşkınlık ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamber efendimizin arkadaşlarını) kötüleyenler. Doğru yoldan sapanlar. (Bkz. Râfızîler)

REVÂTİB SÜNNETLER:
Peygamber efendimizin beş vakit namazın farzından önce veya sonra devamlı kıldığı müekked sünnetler.
Revâtib sünnetler, sünnet-i hüdâ olup, bunlar İslâm dîninin şiârıdır (alâmetidir). Bu ümmete mahsusturlar. (Abdülganî Nablüsî)
Revâtib sünnetler nâfile niyeti ile veya yalnız namaza niyet etmekle sahîh olur. Yâni o vaktin sünneti olur. Ayrıca sünnet diye niyet etmeye lüzum yoktur. (İbn-i Nüceym)
Revâtib sünneti özr ile terk edenler af olur. Özürsüz terk edenler azarlanır, inkâr edenler îmânsız olur. (İbn-i Âbidîn)

RE'Y:
Müctehid İslâm âlimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mes'ele hakkında dînî delillerden yâni Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve icmâ-i ümmetten çıkardıkları hüküm, kıyâs.
Eshâb-ı kirâm (Resûlullah efendimizin yakın arkadaşları), önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağını sünnet-i seniyyede bulamazlarsa, re'y ve kıyâs ederek o işi yaparlardı. (Mevlevî Osman Efendi)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, aradıklarını Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde aramalarını, b urada da açıkça bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyurdu. (Veliyyullah Dehlevî)
Hazret-i Ömer, Bedir savaşında alınan esirlerin katline (öldürülmesine) hükmetmişti. Vahy (indirilen âyet), hazret-i Ömer'in re'yine muvâfık (uygun) geldi. (Ahmed Fârûkî)

Re'y Yolu:
Kıyas yolu. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş bir işin hükmünü buna benziyen ve açıkça bildirilen başka bir işin hükmüne benzeterek bulma yolu. (Bkz. Ehl-i Re'y)
Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü teâlâ anhüm) sonra re'y yolunda olan müctehidlerin reisi, imâmı, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. (Serahsî)

REZÂLET:
Rezillik, kötü ahlâk, fazîletin zıddı.
Huy, iyi veya kötü iş yapmağa sebeb olur. Yâhut da, iyi ve kötü olmayan şeye sebeb olur. Birincisine fazîlet veya iyi ahlâk denir. Cömertlik, şecâat yâni yiğitlik, yumuşaklık böyledir. İkincisine rezâlet denir. Hasîslik (cimrilik) ve erkekler için ko rkaklık böyledir. Üçüncüsüne fazîlet de, rezâlet de denmez. San'at deniliyor. Terzilik, çiftçilik böyledir. (Ali bin Emrullah)
Dünyâdaki pekçok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydana gelmektedir. (Hayri Aytepe)

REZÎL:
Alçak, îtibârsız.
Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Cehennem'den kurtulmak isteyen, helâl ve haramları iyi öğrenmeli, haramdan kaçınmalıdır. Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. İslâmiyet'in hudûdunu aşmamalıdır. Gaflet uykusu ne zamana kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakit atılaca k?Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fakat, o zaman pişmanlık işe yaramıyacak. Rezîl olmaktan başka, ele bir şey geçmiyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhiretin çeşit çeşit azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zaman, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm, uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım. İslâmiyet'in emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi âhiretin çeşitli azâblarından kurtaralım. (Abdülhakîm Arvâsî)

REZZÂK (Er-Rezzâk):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeblerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz rezzâk olan, güç ve kuvvet sâhibi ancak Allahü teâlâdır. (Zâriyât sûresi: 58)
Rezzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ rezzâk iken bir kulunu Mukassim-i rızk (Rızıkları taksim edici) tâyin etmiştir. Kullarının rızkını onun sebebi ile verir. O kulun halka rızık taksim etmesiyle rezzâk olması lâzım gelmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ öyle bir Rezzâktır ki, kullarının rızıklarını günâhları sebebiyle kesmiyor. (İmâm-ı Rabbânî)
Sabah namazından sonra er-Rezzâk ism-i şerîfini söyleyenin rızkı genişler. Cumâ namazından sonra yüz defâ er-Rezzâk ism-i şerîfi söylendiğinde hastanın sıkıntısı geçer. (Yûsuf Nebhânî)

RIDÂ' (Radâ'):
Süt emme çağında yâni iki buçuk yaşından küçük bir çocuğun bir kadının memesinden süt emmesi veya bir kadının sütü bir vâsıta ile çocuğun mîdesine gitmesi.
Evlenmede nesebden (soydan) haram olanlar, rıdâ'dan da haram olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-i İslâm)
Rıdâ' sebebiyle çocuğun, süt anası ve süt babası ile ve bunların anaları, babaları ve kardeşleri ve çocukları ve her kuşaktan torunları ile evlenmesi ebedî haramdır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Rıdâ'ın hükmü, sütün azı ile de çoğu ile de meydana gelir. Bu hüküm, süt emme çağı olan otuz ay yâni iki buçuk yıl içerisinde süt emildiği zaman sâbit olur (gerçekleşir). (Abdullah-i Mûsulî)

RIDVÂN:
1. Allahü teâlânın râzı olması, beğenmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın peygamberidir ve O'nunla birlikte bulunanların (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat birbirlerine karşı merhâmetli, yumuşaktırlar. Bunları çok zaman rükû'da ve secdede görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhirette her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı da isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur... (Fetih sûresi: 29)
Allahü teâlâ Cennet'tekilere; "Ey ehl-i Cennet!" diye hitâb eder. Onlar da; "Lebbeyk (buyur) ey Rabbimiz!" derler. Allahü teâlâ da; "Kavuştuğunuz bu nîmetlerden râzı mısınız?" buyurur. Cennet'tekiler; "Nasıl râzı olmayalım ki, sen bize mahlûklarının içinden hiçbirine vermediğin nîmetleri verdin" derler. Cenâb-ı Hak; "Size bundan daha iyisini vereyim mi?" buyurur. Onlar da; "Ey Rabbimiz! Bundan daha iyisi ne olabilir?" diye memnûniyetlerini arzederler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; "Size Rıdvânımı vereceğim ve bundan sonra da ebedî olarak size gazab etmeyeceğim." buyurur. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
2. Cennet meleklerinin büyüğü, başı, reisi.
Cennet her sene Ramazan ayının gelmesi ile süslenir. Ramazanın ilk gecesi olunca, Arş'ın altında mesîre adında bir rüzgâr esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinleyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Bu hâlde hûrîler (Cennet kızları) süslenip Cennet'in yüksek yerinde durup, bizi Allahü teâlâdan istiyecek kimseler nerededir, bizi alsın" diye seslenirler. Sonra Rıdvân'a; "Bu gece hangi gecedir?" derler. Rıdvân; "Bu gece, Ramazan ayının ilk gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden oruç tutanlara Cennet kapıları açılır" diye cevap verince, Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Cennet kapılarını aç" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

RIDVÂNULLAHİ TEÂLÂ ALEYHİM ECMAÎN:
Daha çok Eshâb-ı kirâmın isimleri anılınca söylenen; "Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun" mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. Bir kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyh, iki kişi için rıdvânullahi teâlâ aleyhimâ denir.
Bütün duâlar, iyilikler, Allahü teâlânın peygamberi ve en sevdiği kulu, insanların her bakımdan en güzeli, en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve Ehl-i beytine (akrabâsına) ve Eshâbına (arkadaşlarına) rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn ve bunları se venlere ve izlerinde gidenlere olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

RIFÂİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i Cehrî (Allahü teâlânın ism-i şerîfini sesli olarak söylemek) hazret-i Ali'den, on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulunan meşhûr mürşîdlerin (büyük evliyâların) adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rıfâiyye tarîkati meydana gelmiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Rıfâiyye yolunun kurucusu olan Seyyid Ahmed Rıfâî hac dönüşü Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem türbesini ziyâreti esnâsında;"Uzaktık, toprağını öpmek için efendim. Kendim gelemez, vekil olarak rûhumu gönderirdim. Şimdi seni ziyâret nîmeti oldu nasîb. Ver mübârek elini dudağım öpsün Habîb" mânâsına gelen bir şiiri okuyunca, Peygamber efendimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî de saygıyla elini öptü. Orada bulunanlar hâdiseyi görüp hayretl e seyrettiler. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir. (Yûsuf Nebhânî)
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri, Rıfâiyye yolunun esaslarıyla ilgili olarak buyurdu ki: "Yolumuz üç şey üzerine binâ edilmiştir. Bunlar; istememek, geri çevirmemek ve yığmamak (elde malı biriktirmemek)tır." (Hüseyin Vassâf)
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kurduğu Rıfâiyye yolu da zamanla diğer tarîkatler gibi bozuldu. Dünyâya düşkün olanlar, dîni, dünyâlık elde etmek için âlet edenler, Rıfâiyye yolunda olduklarını söyleyerek şeyh, tarîkatçı gibi adlar altında ortaya çı ktılar. Ağızlarına ateş koymak, ağızlarından alevler çıkarmak, bir yanağına bıçak, şiş sokup öteki yanağından çıkarmak, sokak ortasında yatarak üzerinden kamyon geçirtmek gibi işler yaparak kerâmet sâhibi olduğunu iddiâ edenler görüldü. Yaklaşık son yüz seneden beri Rıfâiyye tarîkatı adı altında birçok şeyler uyduruldu. Seyyid Ahmed Rıfâî'nin yolu olan hakîkî Rıfâîlik unutuldu. Şeyh ve tarîkatçı adı altında ortaya çıkan kimseler İslâmiyet'in emirlerine uymayan, dînimizin yasak ettiği şeyleri zikir ve ibâdet adı altında işleyip, birçok bid'atler (sapıklıklar) çıkardılar. Bunların İslâmiyet'le ve hakîkî Rıfâiyye yoluyla ilgileri yoktur. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

RIFK:
Yumuşak huyluluk.
Rıfk sâhibi olmayan kimseden hayır gelmez! (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb ve't-Terhîb)
Allahü teâlâya kavuşturan yola dâvet edenler, fâsık (açıkça günah işleyen) kimselere dahi kaba ve kırıcı olmamalıdır. Onlara rıfk ile muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmalılar ki, kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçe kleştikten sonra nasîhatte bulunsunlar. (Ali Havâs Berlîsî)

RIKK:
Kölelik.
Mîrâsa hak kazanmaya mâni olan hâller şunlardır: 1)Rıkk, 2) Amden katl yâni öldürülmesi meşrû olmayan, dînen izin verilmeyen bir kimseyi bilerek öldürmek, 3)Din ayrılığı, 4) İhtilâf-ı dâr (başka devletin tebeası olmak), 5)Mürted olmak yâni müslüman i ken dinden çıkmak veya dinden çıkmayı gerektiren bir iş yapmak. (Secâvendî)

RITL:
130 dirhem-i şer'îlik (436.8 gram) bir ağırlık ölçüsü birimi.
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd (875 gr) su ile abdest alır, bir sa' (4200 gram) su ile guslederdi. (İbn-i Âbidîn)

RIZÂ:
Râzı olma, hoşnutluk, memnunluk.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey yanınızda kalmayacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle berâber kalacaktır. (Nahl sûresi: 96)
Kim benim kazâma rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve nîmetlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Rızâ sâhiblerine belâlar, musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü belâları veren yine Allahü teâlâdır. (Muhammed Bâkî-billâh)
Allahü teâlânın takdîrine rızâ göstermeyen kimse ahmaktır ve tedâvisi yoktur. (Meymûn bin Mihrân)
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için dünyâ nîmetlerinden aza kanâat eden kullarının, amelleri az olsa da, cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnûd olur. (Ali Havâs Berlîsî)
Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım. (Bâyezîd-i Bistâmî)
 

türkislam74

Uzman Onbaşı
RIZK (Rızık):
Allahü teâlânın takdir ettiği maddî ve mânevî nîmet, kısmet. Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yer.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Dünyâdaki maddî ve mânevî bütün rızıklarını aralarında taksim ettik. (Zührûf sûresi: 32)
Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmeyen yeryüzünde bir canlı yoktur. (Hûd sûresi: 6)
Rızık husûsunda endişeye düşmeyiniz. İnsan son rızkını da yemeden ölmez. Allah'tan korkunuz, iyi ameller yapınız. Helâlı alıp, harâmı terk ediniz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Rızık husûsunda Allahü teâlâya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır; cömert olur ve ibâdetlerinde vesvese bulunmaz. (Şakîk-i Belhî)
Allahü teâlâ bir kimsenin sûretini ve rızkını güzel yapar, o da, Allah için tevâzû gösterirse, o, Allahü teâlânın yakın ve hâlis kullarından olur. (Avn bin Abdullah)
Rızık mukadderdir, ezelde takdir edilmiş, ayrılmıştır. Fazla ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fadlı (ihsânı) iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvanın rızkını ezelde takdîr edip, ayırmıştır. İnsanların ve hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın bedeninin ve rûhunun rızıkları da bellidir. Rızık hiç değişmez. Azalmaz ve çoğa lmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kimse kendi rızkını yiyip bitirmeden ölmez. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızk ona bereketli olur. Bu çalışmaları için sevâb kazanır. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fakat, bu rızk ona hayırsız, bereketsiz olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günâhlar da, onu felâkete sürükler. (Seyyid Abdülhakîm)

RİBÂ:
Fâiz; ödünç vermekte, rehnde (ipotekte) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden (satıcıdan) birinin ötekine karşılık olarak vermesi şart edilen fazla mal. (Bkz. Fâiz)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ bey'i (alış-verişi) helâl ve ribâyı ise haram kılmıştır. (Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ ribâ karışan malı yok eder ve sadakaları verilen malı artırır (ona bereket verir) . (Bekara sûresi: 276)
Aralarında, zinâ ve ribâ yayılan bir memlekette bulunanlara, Allahü teâlânın azâbı helâl oldu. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Fâiz (ribâ) almak ve vermek, insanın son nefesinde îmânsız gitmesine sebeb olabilir. (Kutbüddîn İznikî)
Alış-veriş yaparken ve ödünç verirken, ribâdan çok sakınmalıdır. Ödünç verilen kimseden, bir menfaat beklenmemelidir. Zîrâ, azıcık alınan veya verilen ribânın (fâizin) günâhı, Allahü teâlâ indinde, annesiyle zinâ etmiş gibidir. Fâizin azı da, çoğu da , alması da vermesi de haramdır. Çok sakınmak lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Zekâtı ve fıtraları, dînin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Fakirlere ve borç istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyet'in izin vermediği yerlere harcamamalı, isrâf da etmemelidir. Ribâdan, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınm alıdır. (Muhammed Ma'sûm)

Ribâ'l-Fadl:
Ölçü veya tartıyla alınıp satılan şeyleri, kendi cinsleriyle peşin olarak, karşılığı olmayan bir fazlalıkla değişmek.
Bir dirhem gümüşü, bir buçuk dirhem gümüş ile, peşin olarak değişmek, ribâ'l-fadl olur. (İbn-i Âbidîn)

Ribe'n-Nesîe:
Gecikme ribâsı. Bir cinsten olan iki şeyin birini, diğeri karşılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden olup; ağırlık, hacim veya uzunluk ölçüsüyle yâhut belirli ölçülerde olup, sayıyla alınıp satılan iki şeyi veresiye değişmek. Mik tarlar eşit olsa bile ribâ sayılır.
Kışın bir kile buğdayı yazın vermek üzere bir buçuk kile ile satın almak ribe'n-nesîedir. Ribe'n-nesîe'nin haram kılınışında müslümanların imâmları (dört mezheb) arasında ihtilâf yoktur. O büyük günahlardandır. Ribe'n nesîenin haramlığı; Kur'ân-ı ker îm ile, Resûlullah efendimizin sünnetiyle ve müslümanların icmâiyle (sözbirliğiyle) sâbittir. (Abdurrahmân el-Cezîrî)

RİBÂT:
Sınır karakolu; İslâm dînini üstün kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini, zararını def etmek için düşman sınırında nöbet beklemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Ribâtta bulunun ve Allah'tan korkun ki, felâh bulasınız. (Âl-i İmrân sûresi: 200)
Bir kimse, Allah için bir gece ribât bekler, müslümanları muhâfaza ederse, onların oruç ve namaz sevâbına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Benim mescidimdeki namaz, on bin namaza, mescid-i harâm'daki bir namaz yüz bin namaza, ribât bölgesindeki namaz ise bir milyon namaza denktir. (Hadîs-i şerîf-Ebü'ş-Şeyh)

RİCÂL-İ GAYB:
Her devirde bulunan fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, dünyânın nizâmı ile vazîfeli mübârek, büyük zâtlar.
Nûr Muhammed Pünti, ricâl-i gaybdendir. (İmâm-ı Rabbânî)

RİC'Î TALÂK:
Geri dönülebilen talâk (boşanma). Zevceye yaklaştıktan sonra sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivâza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh ed ilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh (açık) lafızlardan (sözlerden) ve gerek talâk-ı ric'îyi gerektiren kinevî (açık olmayan) lafızlarla yapılan talâk (Bkz. Talâk) .
Ric'î talâkta zevc (koca), iddet zamânı içinde (talâktan sonra ilk temizlik müddetinin başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan müddette) söz ile veya fiilen eski nikâhına rücû' edebilir (dönebilir). Evliliği devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur. (İbn-i Âbidîn)

RİCS:
Pis, murdar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! İçki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları, ancak şeytanın amelinden birer rics'tir. Onun için bunlardan kaçının ki kurtulasınız. (Mâide sûresi: 90)
(Ey Resûlüm!) Deki: Bana vahy olunanlar (bildirilenler) içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği arasında dediğiniz gibi haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız haram olarak şunlar var: Leş, yâhut akıcı kan, yâhut domuz eti ki o şüphesiz ricstir... (En'âm sûresi: 145)

RİDDET:
İrtidâd etme. İslâm dîninden çıkma. (Bkz. İrtidâd ve Mürted)
Riddet, niyyetle yâni kalbinden dinden çıkmaya karar vermekle yâhut küfr olan söz veya fiil ile İslâm'dan ilgiyi, alâkayı kesmek ile olur. (İmâm-ı Şa'rânî)
Ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmî hükümler) dört büyük kısma ayrılır. Bunlardan biri ukûbât yâni had denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmaktadır: Kısas, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazf (iftirâ) (Bkz. İlgili maddeler) ve riddettir. (Ahmed Zühdü)

RİKKAT:
Kalb inceliği ve yumuşaklığı.
İslâm âlimleri, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren, şiirleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek; kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati arttırır buyurmuşlardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Rikkat, her din ve kitabda, her selîm akıllı kişiler yanında makbûl görülmüştür. Çünkü ihsânlar, bağışlamalar, hep bu rikkat ve merhametten doğar. Rikkatin aşırı derecede olanı yâni iş ve fikirlere zarar getirecek derecede olanı makbûl değildir. (Ahmed Rıfat)
Kalbin rikkat zamanlarında duâ etmelidir. İnsanın böyle zamanlarda yaptığı duâlar red olunmaz. (İbn-i Cezerî)
Şecâatten (yiğitlikten, kahramanlıktan) hâsıl olan iyi huylardan birisi de; insanlarla olan münâsebetlerinde rikkatli olmaktır. Bundan dolayı işlerinde ve hareketlerinde değişiklik, dargınlık ve kırgınlık olmamalıdır. İyilik yapmasını durdurmamalıdır . (Ali bin Emrullah)

RİSÂLE:
Mektûb; bir mes'eleye, bir ilme ve fenne dâir yazılan müstakil küçük kitâb.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Edeb risâlesi adlı eserine başlarken buyuruyor ki: "Edebi, kendine yaklaşmaya ve evliyâlığa anahtar kılan Allahü teâlâya hamd olsun."

RİSÂLET:
Peygamberlik, resûllük. (Bkz. Peygamberlik) Fahr-i âlem girdi çün kırk yaşına Kondu pes, risâlet tâcı başına.
(Süleyman Çelebi)
Risâlet, çalışmakla elde edilemez. Bu, Allahü teâlânın dileği ile kullarına verdiği bir lütuftur. (Necmeddîn-i Kübrâ)

RİVÂYET:
1. Bir şeyi haber vermek veya haber verilen şey.
Hazret-i Ali radıyallahü anhtan gelen rivâyetlerde şöyle buyruldu: "Kalbler, kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olandır."
"Her fenâlıktan uzak kalmanın yolu dili tutmaktır."
2. Nakletmek, bildirmek.
Ahmed bin Hanbel'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Kişinin günâhları çoğaldığı zaman, günâhlarına keffâret için, Allahü teâlâ onu geçim sıkıntısına düşürür.
Îmânın en sağlam kulpu; Allah için sevmek ve Alah için buğzetmektir (düşmanlık etmektir) .
Dünyâyı seven, âhiretine zarar eder. Âhiretini seven, dünyâsını zararlandırır. Bu böyle olunca siz bâkîyi (âhireti) fânî (dünyâ) üzerine tercih ediniz.
Hâşim-i Sugdî hazretleri, hocası Ebû Bekr-i Verrâk rahmetullahi aleyhten rivâyet ederek buyurdu ki: "Çok uyumak, çok yemek ve çok konuşmak, gönlü katılaştırır."

Rivâyet Tefsiri:
Kur'ân-ı kerîmdeki bâzı âyet-i kerîmelerin başka âyetlerle veya Peygamber efendimizin sünneti veya Eshâb-ı kirâmın mübârek sözleriyle açıklanması. Buna me'sur veya naklî tefsir de denir.

Rivâyet Yolu:
İctihâdda Medîne-i münevvere halkının âdetlerini kıyastan üstün tutan. Hicâz âlimlerinin yolu. Rivâyet yolundaki müctehidlerin büyüğü İmâm-ı Mâlik rahmetullahi aleyhtir. (Bkz. Ehl-i Rivâyet)

RİYÂ:
Gösteriş, iki yüzlülük. Kendini olduğundan başka gösterme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Veyl (şiddetli azâb) namaz kılanlara ki, namazlarından gâfildirler. Namazı ehemmiyetsiz sayarlar. Riyâkarlık ederler. Namazlarını insanların yanında riyâ ile kılarlar. (Tenhâda yalnız kılınca terk ederler.) Zekât ve âriyet (ödünç) vermeyi de men ederler. (Mü'min sûresi: 4-7)
Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste denir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârim)
Riyâ sâhibinin üç alâmeti vardır. Yalnız iken tembeldir. İnsanlar arasında iken çalışkan ve hareketli görünür. Övüldüğü zaman çok çalışır. Zemmedildiği, kötülendiği zaman çalışmasını azaltır. (Hazret-i Ali)
İbâdetin âfeti; riyâ ile başkalarının işitmesi için ve Allahü teâlâdan başkası için yapmaktır. (Abdullah-ı İsfehânî)

RİYÂZET:
Nefsin isteklerini yapmamak.
Riyâzet, verâ ve takvâ ile olur. Takvâ, haramlardan sakınmaktır. Verâ, haramlarla birlikte, mübâhları ihtiyaçtan fazla kullanmaktan sakınmaktır. (Muhammed Hâdimî)
Peygamberlik için, insanda riyâzet ve mücâhede gibi bâzı şartların bulunması veya buna elverişli olarak doğmak lâzım değildir. Allahü teâlâ, dilediğini seçerek, bunu ihsân eder. O, her şeyi bilir ve en iyisini yapar. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
İnsanlar, riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki dînimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır. Bir kimsenin önüne lezetli tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür. Bir kimse, bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse ve sıkı mücâhede (nefse zor gelen şeyler) yapsa, eğer bir Peygamber-i zî-şâna uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi, hiçbir şeye yaramaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Bizim yolumuz riyâzet ve mücâhede çekme yolu değildir. Bizim yolumuz sohbet (berâber olma) yoludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakîkatleri ve ince bilgileri anlamağı önler. Bunun için riyâzet çekenlerin keşifleri hatâlı olur. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Riyâzet ve nefsle mücâhede, hârika ve kerâmeti arttırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikri (Allahü teâlâyı hatırlamayı) yerleştirir. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymayı kolaylaştırır. (Seyfeddîn-i Fârûkî)

RUB'-I DÂİRE:
Namaz vakitlerinin hesaplanmasında, yükseklik ölçülmesinde ve bâzı trigonometrik hesapların yapılmasında kullanılan el âleti. Bâzı geometrik şekillerden ibâret olup, dörtte bir dâire şeklinde tahta üzerine şekiller işlendiği için buna Rub'-ı dâire ta htası da denilmiştir.
Rub'-ı dâire tahtasının bir yüzüne Rub'-ı mukantara, diğer yüzüne de Rub'-ı müceyyeb denir. Rub'-ı dâire tahtası İslâm âleminde dördüncü hicrî asırdan beri kullanıla gelmiştir. (Ahmed Ziyâ Bey)

RUBU':
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda dörtte bir hisse (pay).
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini bildirdiklerinden Rubu' hisse alacak iki kimsedir. Bunlar; zevc ile zevcedir. Zevc (koca); ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile berâber vâris olduğundan rubu' hisse alır. Zevce (hanım); ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile birlikte mîrâsçı olmadığı takdirde rubu' hisse alır. (M. Mevkûfâtî)

RUBÛBİYYET:
İlâhlık, ma'bûdluk.
Ey Âdemoğulları! Bir kimse benim kazâma râzı olmaz ve benim tarafımdan gelen belâlara sabretmez, verdiğim nîmetlerime şükr etmez, ihsân ettiğim dünyâ nîmetlerine kanâat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Âdemoğlu! Bir kimse benim belâma sabrederse, benden râzı olmuş olur, yâni rubûbiyyetimi tasdîk etmiş olur. (Hadîs-i kudsî-Dıyâ-ül-külûb)
O (hazret-i Muhammed) olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rubûbiyyetini belli etmezdi. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)

RÛH:
1. Can; bedene hayâtiyet (canlılık) veren kuvvet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Yâ Muhammed! Sana rûhtan soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir (O'nun yarattığı varlıklardan biridir . Bu husûsta) size, az bir ilimden başkası verilmemiştir. (İsrâ sûresi: 85)
Şehîdlerin rûhları, arş-ı ilâhîdedir. İstedikleri zaman Cennet'in diledikleri yerlerine gidip, tekrar kendi makamlarına dönerler. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Dînimiz, rûhun ne olduğunu anlatmağı men (yasak) etmektedir. Bunun için İslâm âlimlerinden çoğu, rûhun ne olduğunu konuşmaktan kaçınmışlardır. Kur'ân-ı kerîmden anlaşılıyor ki: Rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasaktır. Yoksa hassalarını , özelliklerini anlatmak yasak değildir. (Ali bin Emrullah)
Rûhun nasıl olduğunu dînimiz açıkça bildirmedi. Rûh madde değildir. Sıfat da değildir. İnsan öldükten sonra rûhu yok olmaz. İdrâk etmesi ve anlaması vardır. Şakî olanların yâni kâfirlerin ve fâsıkların (açıktan büyük günâh işleyenlerin) rûhları azâbd adır. Saîdlerin, yâni mü'minlerin, sâlihlerin (iyi kimselerin) rûhları, nîmetler ve lezzetler içindedir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsan ölünce, cesed çürüyünce, rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh, bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. (Ali bin Emrullah)
Peygamberler, öldükten sonra da peygamberdirler. Çünkü, peygamber olan ve îmân sâhibi olan rûhtur. İnsan ölünce, rûhunda bir değişiklik olmaz. İnsan, beden demek değildir. İnsan, rûh demektir. Beden, rûhun konak yeridir. (İmâm-ı Abdullah Nesefî)
Peygamberlerin rûhları, göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabirlerinde görünür. Kabirlerinde her ân bulunmadıkları gibi, büsbütün ayrı da kalmazlar. Kabirleri ile ilişkileri ve o toprağa ayrı bir bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu bilinemez. H er müslümanın rûhu ile kabri arasında, devâmlı bir bağlılık vardır. Kendilerini ziyâret edenleri anlarlar, selâmlarına cevâb verirler. (Ali bin İsmâil)
Resûlullah efendimize, vefâtından sonra da, mübârek rûhuna bağlanmak, elbet daha faydalı, hattâ lâzım ve vâcibdir. Fakat O'nun mübârek rûhuna bağlanmak, yâni inanmak ve sevmek, böylece mübârek kalbinden fışkıran feyzlere, (bereketlere) kavuşmak için; O'nu tanımak, îtikâdı (inancı) doğru olmak, bid'atlerden (dinde olmayıp, sonradan ortaya çıkan şeylerden) sakınmak ve İslâm dînine uymak lâzımdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Rûhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği; âhirette, Allahü teâlâyı görmek olacaktır. (Ali bin Emrullah)
İslâm âlimleri, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin istidâdına (kâbiliyetine) uygun rûh ilâclarını, hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır. Peygamber efendimiz, dünyâ eczâhânesine yüz binlerce ilâc hazırlayan baş tabib olup, evli yâ ve âlimler de, bu hazır ilâçları, hastaların derdlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabîbler gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Allah adamları, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Bâtın (iç, gizli, mânevî) hastalıklarının giderilmesi, bu büyüklerin tedâvîsi ile olur. Bunların sözleri, rûh ilâçlarıdır. Bakışları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz. (Ahmed Fârûkî)
2. Bir şeyin özü, cevheri, hakîkati.
3. Emr âleminin beş latîfesinden biri.
Bizim seçtiğimiz yolda (müceddidiyye yolunda) ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan âlem-i emrdendir. Bu yolda kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan rûh mertebesinde, sonra sırasıyla sır, hafî ve ahfâ latîfeler inde ilerlenir ve herbirine mahsus mânevî ilimlere kavuşulur. (Ahmed Fârûkî)

Rûh-ul-Emîn:
Dört büyük melekten Cebrâil aleyhisselâm. (Bkz. Cebrâil Aleyhisselâm)
Rûh-ul-emîn'in vazîfesi, peygamberlere vahiy getirmektir. O değişik şekillere girebilmekte idi. Nitekim, Peygamber efendimize değişik şekillerde görünmüştür. Ekseriyâ, Eshâb-ı kirâmdan (Resûlullah efendimizin arkadaşlarından) Dıhye-i Kelbî'nin sûreti nde gelirdi. Aslî şekliyle görünmesi ise, biri ilk vahiy getirdiği Hira dağında ve diğeri Mî'râc esnâsında olmuştur. Her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-i mahfûz'daki (Allahü teâlânın, ezelde takdîr ettiği şeylerin yazıldığı yerdeki) sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Rûh-ul-Kuds:
1. Cebrâil aleyhisselâm.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Meryem oğlu Îsâ'ya da beyyineler (çok açık deliller ve mûcizeler) verdik ve onu Rûh-ül-kuds ile takviye ettik, kuvvetlendirdik. (Bekara sûresi: 87, 253)
De ki; onu (Kur'ân-ı kerîmi) îmân edenlere tam bir sebat vermek, müslümanlara bir hidâyet ve bir müjde olmak için Rabbinden hak olarak Rûh-ül-kuds indirmiştir. (Nahl sûresi: 102)
Rûh-ül-kuds kalbime şöyle ilkâ etti (bildirdi ki) : "Allah'tan başka kimi seversen sev, mutlaka ondan ayrılacaksın. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
2. Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma ihsân ettiği kudret, kuvvet.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra Îsevîler bozuldular. Doğru yoldan uzaklaştılar. Îsâ aleyhisselâmın uydurma resim ve heykellerini yaptılar. Haç işâretlerini kabûl ettiler ve bunu bir sembol edindiler. Îsâ aleyhisselâmı Allah'ın oğlu kabûl ettiler. Hâlbuki Î sâ aleyhisselâm onlara kat'iyyen böyle bir şey söylememiş, onlara ancak Rûh-ul-kuds'ten bahs etmiştir. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
3. Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü tanrı) inancında, baba-oğul unsurlarından türeyen üçüncü unsur.
Hıristiyanlar hem Allah'a hem de O'nun oğlu kabûl ettikleri Îsâ'ya (aleyhisselâm) bir de Rûh-ul-kudse inanmak zorunda kalınca, bütün hak dinlerin esâsı olan Allahü teâlâ birdir ve değişmez yaratıcıdır inancından uzaklaşarak üç tanrıya birden tapmak d urumuna düştüler. Bu inanışa teslis adı verilir. (Harputlu İshâk Efendi)
Îsâ aleyhisselâmın hak dîni kendisinden sonra düşmanları tarafından sinsice değiştirildi. Bolüs (Pavlos) adındaki bir yahûdî, Îsâ aleyhisselâma inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek Allahü teâlânın indirdiği İncîl'i yok etti. Daha sonra Îsevîliğe teslis (üçlü tanrı) fikri sokuldu. Baba-Oğul-Rûh-ül-kuds diye akıl ve mantığın kabûl edemeyeceği bir inanış sistemi kuruldu. (Harputlu İshâk Efendi)
4. İsm-i âzam.
Bâzı âlimler Rûh-ul-kudsten maksad, İsm-i âzam duâsıdır. "Îsâ aleyhisselâm ölüleri bu duâyı okuyarak diriltir, birçok mûcizeleri, bunu söyleyerek gösterirdi" demişlerdir. (Fahreddîn-i Râzî)
5. İncîl.
Bâzı âlimler de Rûh-ul-kudsten maksad İncîl'dir demişlerdir. Şûrâ sûresi 52. âyet-i kerîmesinde; "Sana nezdimizden bir rûh vahy ettik" buyrulmuştur. (Fahreddîn-i Râzî)
6. Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu mânâsına gelen sıfatları.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem İslâm şâirlerinden birkaçına kâfirleri kötülemelerini emir buyurdu. O şâirlerden biri Resûlullah'ın önünde minbere çıktı. Herkese karşı kâfirleri kötüleyen şiirleri okudu. O server aleyhissalâtü vesselâ m; "Bu, kâfirlerin kötülüğünü açığa vurdukça, Rûh-ul-kuds bununla berâberdir" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Rûhlar Âlemi: Maddî olmayan âlem. (Bkz. Âlem)
Hızır aleyhisselâm, rûhânî olarak dedi ki: "Biz, rûhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi, yürür, durur ve ibâdet ederiz. (İmâm-ı Rabbânî)

RÛHÂNİYÂN:
Rahmet meleklerine verilen isim.
Mukarrebûn (huzûr-i ilâhîde bulunan melekler), Kerûbiyân (azâb meleklerinin büyükleri) ve Rûhâniyân meleklerinin hepsi, diğer meleklerin havâssı yâni üstünleridir. Bunlar, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

RÛHÂNİYYET:
Rûhla ilgili haller.
Hadîs-i şerîfte; "Kavmi arasında bir âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir" buyruldu. Kalbin, feyz ve mârifetlere (mânevî ilimlere) kavuşmasında; Allah adamının (Allahü teâlânın beğendiği, sevdiği ve seçtiği kulların) diri ve ölü olması arasında hi ç fark yoktur. Onun kemâlâtı (üstünlükleri), rûhâniyyetinden hiç ayrılmaz. Rûhâniyyet de, zamâna ve mekâna, ölülüğe ve diriliğe bağlı değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
Evliyâ kabrini ziyâret eden, onun rûhâniyetinden istifâde eder. (Ahmed Hamevî)

RUHBÂN:
Evlenmeden bekâr yaşamayı tercih eden, dünyâdan yüz çevirip, insanlardan uzak yaşayan kimseler, râhibler. Hıristiyanlıkta sâdece ibâdetle meşgûl olan din adamları sınıfına verilen ad. Hıristiyan din adamları evlenmedikleri ve insanlardan uzak yaşadık ları için bu ad verilmiştir.
İnsanların îmân edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, andolsun ki, yahûdîlerle Allah'a eş koşanları bulacaksın. Onların îmân edenlere sevgisi bakımından daha yakınını da andolsun "Biz nasrânîleriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler (ilim ve ibâdetle meşgûl olanlar) ve ruhbanlar vardır. Şüphe yok ki onlar (hakkı îtirâf husûsunda o derece) büyüklenmek istemezler. (Mâide sûresi: 82)
İslâmiyet'te ruhbanlık yoktur. (Hadîs-i şerîf-Menâhic-ül-İbâd)
Papaslar herkese ruhbanlığı emrettiğinden, bunu önlemek için Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının (Peygamber efendimizin arkadaşları) bekâr yaşamasını yasak etti. Bir hadîs-i şerîfte; (Nikâh yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmıyan kimse benden değildir" buyurdu. Allahü teâlânın yolunda yalnız ruhbanlıkla yürünebilir düşüncesini gönüllerden çıkardı. (Saîdeddîn Fergânî)

RUHSAT:
İslâmiyet'in, meşakkat ve zarûret gibi sebeblere bağlı olarak, ibâdetlerde ve diğer işlerde tanıdığı izin ve kolaylık; azîmetin zıttı.
Allahü teâlâ, azîmetle iş yapmayı sevdiği gibi, ruhsatla yapmayı da sever. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
İslâmiyet'te bir işin yapılması için iki yol vardır. Bunlardan biri ruhsat, diğeri azîmet yoludur. Kuvvetli, hâli elverişli olanın, azîmet ile amel etmesi efdaldir, daha iyidir. Güç olan işi yapmak nefse ağır gelir. Nefsi daha çok ezer, zayıflatır. İbâdetler nefsi zayıflatmak için, kırmak için emrolundu. Çünkü nefs, insanın ve Allahü teâlânın düşmanıdır. Onu zayıflatarak azmasını önlemek lâzımdır. Fakat büsbütün öldürülmez. Çünkü bedenin hizmetçisidir. Ahmak ve câhil hizmetçidir. Zayıf, hasta, sıkışık halde olan kimsenin, ibâdetlerini işlerini terk etmemesi, ruhsat yolu ile yapması lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ruhsatın sebebleri çoktur. Normal şartlar altında murdar eti (leş) yemek harâmdır. Fakat açlıktan ölüm ile karşı karşıya gelen kimsenin, ölmeyecek kadar murdar eti yemesi mubâhtır, buna izin verilmiştir. Bu bir ruhsattır. Bâzan zarûret ve meşakkat za mânında bile olsa, ruhsatı değil, güç ve zor olanı yapmak olan azîmeti yapmak daha iyidir. Meselâ, ölüm ile korkutulan kimsenin, îmânını gizlemesi ruhsat olduğu hâlde, gizlememesi azîmettir. Bâzan da ruhsatı yapmak daha iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır ölürse, günâha girer. (Serahsî, Abdülhakîm Arvâsî)

RÛHULLAH:
Îsâ aleyhisselâmın lakablarından (isimlerinden).
Muhammed aleyhisselâm Habîbullah (Allahü teâlânın sevgilisi)dir; İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah (Allahü teâlânın dostu)dır. Mûsâ aleyhisselâm kelîmullah (Allahü teâlâ ile konuşan)dır, Îsâ aleyhisselâm ise Rûhullahtır. (Ahmed Cevdet Paşa)
Kıyâmet (yeniden diriliş) gününde hiçbir şeyin tâkât getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından başlar eğilir. Bütün halk (mahlûkât, yaratılmışlar) sıkıntı ve dehşet içinde şaşkın kalıp şefkat ararlar. İnsanlar Âdem aleyhisselâma, Nûh aleyhisselâma, İ brâhim aleyhisselâma gelip şefâat dilerler. Daha sonra da Îsâ aleyhisselâma gelerek; "Sen Rûhullah ve Allahü teâlânın kelîmesisin. Bize Rabbinin nezdinde şefâat eyle" derler. Îsâ aleyhisselâm onlara peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammed aleyhisselâma gidiniz der. (İmâm-ı Gazâlî)

RUKBÎ:
İki kişinin karşılıklı olarak, öldükten sonra sâhib olmaları şartıyla birinin malını diğerine bağışlaması yâni sen ölürsen evin benim olsun, ben ölürsem evim senin olsun şeklindeki hibe.
Rukbî hibe, tarafeynin (İmâm-ı a'zam ve İmâm-ı Muhammed'in (r.aleyhim)) ictihâdına göre bâtıldır (hükümsüzdür). Her biri ötekinin ölümünü beklemektedir. Mülk edinmeyi tehlike ve zarara ta'lik etmek (bağlamak) sahîh (doğru) değildir. (Abdullah-ı Mûsulî)

RUKYE:
Şifâ âyetleri ve duâlarını yazmak, okuyup hasta üzerine üflemek. Mıska.
Üç şart bulununca, rukye câiz olur. Âyet-i kerîme ile veya Allahü teâlânın isimleri ile olmalıdır. Arab dili ile veya mânâsı anlaşılan lisan ile olmalıdır. Rukyenin Allahü teâlâ dilerse te'sir edeceğine, te'sirini, ilâç gibi, Allahü teâlânın verdiğin e inanmaktır. (İmâm-ı Kastalânî)
Kur'ân-ı kerîm ve duâ ile rukye yapmak ve kullanmak câiz olup insanı korurlar. Kur'ân-ı kerîm, maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir ve muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)

RÛM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuzuncu sûresi.
Rûm sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Altmış âyet-i kerîmedir. İranlılarla yapılan savaşta mağlub olan Rumların, sonra gâlip gelecekleri anlatıldığından, Sûret-ür-Rûm denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın sıfatlarının bir kısmı, müslümanların İslâm d înine sarılmaları ve kavuşacakları maddî mânevî feyzler (nîmetler, yardımlar, mânevî ilimler) bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Rûm sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Akşam ve sabah vakitlerinde Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yeryüzünde olanların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler (övgü ve senâlar) Allahü teâlâ içindir. (Âyet: 17,18)
Kim Rûm sûresini okursa, semâda ve yerde Allahü teâlâyı tesbih eden meleklerin adedinin on katı sevâb kazanır, gece ve gündüzünde kaybettiğine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

RÛMÂN:
Ölü, kabre konduğu zaman, kendisine gelen melek.
İbn-i Mes'ûd'dan (r.anh) rivâyet olundu ki: Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit ilk karşılaşacağı şey nedir diye soruldu. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey İbn-i Mes'ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi Rûmân'dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: "Yâ Abdellâh (Ey Allah'ın kulu) ! Amelini yaz! O kimse der ki: "Benim burada ne kâğıdım, ne kalemim var. Ne yazayım?" O melek der ki: "Bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir." Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını âdetâ o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra, melek o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar." Bunları buyurduktan sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; "Her insanın yaptığı işleri gösteren sahîfelerini boynunda kıldık" meâlindeki İsrâ sûresinin on üçüncü âyet-i kerîmesini okudular.

RÛZ-İ CEZÂ:
İnsanların diriltilip, hesâba çekilerek amellerinin karşılığının verileceği gün; mahşer günü, kıyâmet günü. (Bkz. Mahşer)

RÛZ-İ MAHŞER:
Mahşer günü, kıyâmet koptuktan sonra insanların diriltilip hesâb için toplandıkları gün, kıyâmet günü. (Bkz. Mahşer)
Rûz-ı mahşerde insanlar mahşer yerinde toplanınca, hesaplarının bir an önce görülmesi için, bütün peygamberlerden kendilerine şefâat (yardım) etmelerini isterler. Her peygamber bir özür, bahâne ileri sürerek diğerine havâle eder. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar böyle devâm eder. Peygamber efendimiz; "Ben herkesten önce şefâat ederim ve herkesten önce benim şefâatim kabûl olur" buyurur. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanlar rûz-i mahşerde, dünyâdaki işlerine göre haşr olunurlar. Bu zamanda mahlûkât, birbirine karmakarışık olur. İzdihâmın (kalabalığın) çokluğundan birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes günâhına göre ter içerisinde kalır. Bâzısı kulaklarına, b âzısı boğazına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına ve bâzısı dizlerine kadar hamamdaki gibi bir ter içinde bulunur. (İmâm-ı Gazâlî)

RÜCÛ':
1. Dönme, yönelme.
Tövbe ederek, Allahü teâlâya rücû etmek, O'nun rızâsını kazanma yolunun başlangıcıdır. Hiçbir insan, tövbenin dışında kalmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Tasavvufta en yüksek mertebeye ulaşmış olan bir velînin tekrar geri insanlar arasına dönmesi.
Rücû' sâhibi kendi isteği ile inmez. Hak celle ve alânın murâdıyla (dilemesi ile) inmiştir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

RÜKN:
1.Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şey.
İnanılacak şeyleri kalb ile tasdîk (kabûl) îmânın aslî (temel) rüknüdür. Kalb ile tasdîk olmazsa îmân olmaz. Tehdîd altında bulunanın dil ile îmânını söylememesi onun îmânına zarar vermez. Çünkü dil ile ikrâr (söyleme) îmânın aslî rüknü değildir. (Teftâzânî, Mâtürîdî)
2. Namazın içindeki farz.
Namazın beş rüknünden birincisi kıyâm (ayakta durmak)dır. İkincisi kırâet (Fâtiha ve namaz sûrelerini okumak)tir. Üçüncüsü, rükû (sûreden sonra, Allahü ekber diyerek eğilmek)dur. Dördüncüsü secde (alnı ve ayak parmaklarını yere koymak)dir. Beşincisi, ka'de-i âhire (son rek'atte, ettehiyyâtüyü okuyacak kadar oturmak)dir. Her kim bu beş rüknden birini terk ederse, namazı bozulur. Namazın dışındaki farzlardan olan iftitah tekbîrini (başlama tekbîrini) namazın içindeki farzlardan yâni rükünlerinden sayan âlimler de vardır. Buna göre namazın rükünleri altı olmaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Birini vekil yapmanın rüknü; îcâb ve kabûldür yâni, taraflardan birinin "Seni vekil yaptım" diğerinin ise "Kabûl ettim" demesidir. (Mecelle)
3.Kâbe'nin dört köşesinden her birine verilen isim.
Kâbe'nin, Şam'a karşı olan köşesine Rükn-i Şâmî, Bağdâd'a karşı olana Rükn-i Irâkî, Yemen tarafında olana Rükn-i Yemânî, dördüncü köşeye de Rükn-i Hacer-ül-esved adı verilir. (Eyyûb Sabri Paşa)

Rükn-i Hacer-ül-Esved:
Kâbe'de Hacer-ül-esved'in bulunduğu köşe.
Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye), Rükn-i Hacer-ül-esved'den başlamak ve burada bitirmek, haccın sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)
Resûlullah efendimiz, Rükn-i Hacer-ül-esved ile Rükn-i Yemânî'nin karşısına geldiği vakit, her tavâfta (her dönüşte), istilâm yapmayı (bu köşeleri selâmlamayı) terk etmez; onlardan başka rükünlerde de istilâm yapmazdı. (Abdullah bin Ömer)

Rükn-i Irâkî:
Kâbe'nin Bağdâd'a karşı olan köşesi.

Rükn-i Şâmî:
Kâbe'nin Şam'a karşı olan köşesi.

Rükn-i Yemânî:
Kâbe'nin Yemen tarafında olan köşesi.
Rükn-i Yemânî'den geçerken, mutlaka Cebrâil'in, onun üzerinde durduğunu ve istilâmda (selâmda) bulunanlar için af dilediğini görürüm. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Peygamber efendimiz, Rükn-i Yemânî'de istilâm yapar (bu rüknü selâmlar) ve yüzünü de onun üzerine sürerdi. (Mücâhid)
Abdullah bin Ömer'e; "Rükn-i Hacer-ül-esved ile Rükn-i Yemânî karşısında istilâm yapmasında (bu rüknleri selâmlamasında) bu kadar gayret göstermesinin sebebi soruldukta; "Ben, Resûlullah efendimizin; "Bu iki rükün karşısında istilâm yapmak, hatâları siler" buyurduğunu duydum" dedi. (Ahbâru Mekke-Azrakî)
Saîd bin Müseyyeb'den rivâyet edildiğine göre, Peygamber efendimiz, Rükn-i Yemânî'nin önünden geçerken, şu duâyı yapardı: "Ey Allah'ım! Küfürden, zilletten, fakirlikten, dünyâ ve âhirette îtibâr kaybettirecek yerlerde durmaktan sana sığınırım. Ey bizim Rabbimiz! Sen bize dünyâda da, âhirette de nîmet ver ve bizi Cehennem azâbından koru!" (Ahbâru Mekke-Azrâkî)

RÜKÛ':
Namazın içindeki farzlarından biri. Namazda kıyamdan (ayakta durduktan sonra) elleri dizlere koyup eğilme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Namazları kılınız ve zekât veriniz ve rükû' edenlerle birlikte rükû' ediniz. (Bekara sûresi: 43)
Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükû'dan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta her âzâ yerine yerleşip durmadıkça namazı tamam olmaz. (Hadîs-i şerîf-El-Mukaddimet-ül-Gazneviyye)
Allahü teâlâdan başkası için rükû' ve secde yapmak haramdır. (Muhammed Hâdimî)
Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne koyar. Sırt ve baş düz tutulur. Rükû'da en az üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm" der. Kollar ve bacaklar dik tutulur. Kadınlar parmaklarını açmaz, sırtını ve başını, bacaklarını, kollarını dik tutmaz . (Halebî)

RÜSÛM:
Resmler, âdetler. Bir cemâatin veya bir milletin müşterek düşüncesinden doğan âdetler, alışılagelen, yapılagelen şeyler.
Kâfirlerin rüsûmlarını yapan bir kimsede zerre kadar îmân varsa, Cehennem azâbına girecek ise de burada sonsuz kalmayacaktır. (İbn-i Âbidîn)

RÜŞD:
1.Hak, doğru yol. Allahü teâlânın birliği (tevhid) inancı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Cinlerden bir topluluk) dediler ki:Biz, rüşde ulaştıran benzeri görülmemiş bir Kur'ân dinledik. Biz de O'na îmân ettik. Bundan sonra Rabbimize aslâ hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." (Cin sûresi: 1,2)
2. Aklın kuvvetli ve tamam olması. Malını dînin ve aklın beğendiği yere sarf etmek, boş yere harcamamak, telef etmemek.
Çocuk âkıl-bâliğ olunca yâni iyiyi kötüden ayırabilme ve evlenecek, erginlik çağına gelince, malını kullanmaya hak kazanır. Rüşdü görülmezse, malı yirmi beş yaşına kadar kendisine teslim edilmez. İki imâma (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) ve d iğer üç mezhebe (Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî) göre, rüşdü görülmedikçe ihtiyarlasa dahi malı kendisine verilmez. Onun malından hâkimin izin verdiği kimse tasarruf eder, kullanır. (İbn-i Âbidîn)

RÜŞVET:
Haksız yere para, mal v.s. almak veya vermek.
Rüşvet alana, verene ve bunlar arasında rüşvete vâsıta olana da Allahü teâlâ lânet etsin. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Resûlullah efendimiz kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler, ana babalarını, hısım akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile, güzel okuyanları, şerîate uyan hâfızları dinlemeyip mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Rüşvet alan da, rüşvet veren de Cehennemdedir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Şirk, zulüm, fâiz ve rüşvet habistir. İnsanın iğrendiği, pis dediği her şey habistir. (Hâdimî)
Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmusuna saldırmamalı, herkese borcunu ödemelidir. Rüşvet almak ve vermek harâmdır. Yalnız zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh edilince vermek rüşvet olmaz. Fakat bunu da almak harâm olur. (M.Sıddîk bin Saîd)
Gasb edilen, yâni zulüm ile, zor ile alınan ve sirkat edilen, yâni çalınan ve fâiz, rüşvet, kumar ile alınan ve çalgı çalmak, şarkı söylemek ücreti ve alkollü içki satışı bedeli olarak alınan ve fâsid akidle, sözleşme ile alınan mallara mal-i habîs d enir. (Abdülganî Nablüsî)

RÜYÂ:
Düş. İnsanın kalbinin ve duyu organlarının dünyâ işleriyle olan meşgûliyetinin kısmen kesildiği, uyku, bayılma ve istiğrak (mânevî coşkunlukla kendinden geçme) gibi hallerde gördüğü şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey İbrâhim! Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin. (Sâffât sûresi: 105)
En doğru rüyâ, seher vakti görülendir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Sâlih rüyâ Allah'tan, karışık olan da şeytandandır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse, rüyâda beni görmüşse, muhakkak beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez. Kim, Ebû Bekr-i Sıddîk'ı görürse, muhakkak onu görmüştür. Çünkü şeytan onun sûretine de giremez. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
Rüyâ üç çeşittir:
1) İnsanın günlük işlerinin bilhassa arzu edip de kavuşamadığı bâzı isteklerinin uykuda ortaya çıkması ile gördüğü rüyâlar. Psikoloji ilminde konu edilen rüyâlar bu çeşittir.
2) Şeytanın insanı korkutmak, üzmek veya onunla oynamak için hayâline getirdiği şeyler, gösterdiği rüyâlar. Bu çeşit rüyâlar kötü ve karışık olup, guslü îcâb ettiren ihtilâm hâli, şeytanın insanla oynaması ve aldatması neticesinde meydana gelir.
3) Allahü teâlânın, ihsân olarak, sevdiği kullarına gâibden (gizli olan şeylerden) gösterdiği mânevî zevk veren rüyâlardır. Bu çeşit rüyâlara rüyâ-ı sâliha (iyi rüyâ) veya rüyâ-i sâdıka (doğru rüyâ) denir. Peygamberlerin ve Peygamber efendimizin ve e vliyânın, sâlihlerin rüyâları böyledir. (İmâm-ı Gazâlî)

RÜ'YET:
Görmek.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yolunda, tam izinde giden büyüklere rü'yet devletinden bu dünyâda büyük pay namazda olmaktadır. Bu dünyâda Allahü teâlâyı görmek mümkün değildir. Dünyâ buna elverişli değildir. Fakat O'na tâbi olan büyüklere n amaz kılarken rü'yetten bir şeyler nasîb olmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mi'râc gecesi (Receb-i şerîfin yirmi yedinci kandil gecesi) dünyâdan çıkıp âhirete gitti. Cennet'e girdi ve Allahü teâlâyı rü'yet devleti ile şereflendi. (İmâm-ı Gazâlî)
Rü'yet, Cennet ehlinin cümlesi içindir, bâzısının görmesi, bâzısının görmemesi hakkında bir söz bildirilmemiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

Rü'yet-i Hilâl:
Hilâl (yeni ayın) görülmesi. Kamerî ayların başında ve sonunda hilâlin görülerek ayın başının ve sonunun anlaşılması.
Ramazân-ı şerîfin birinci gününü anlamakta takvimlere güvenilmemelidir. Çünkü oruç, gökte yeni ayı görmekle farz olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hilâli görünce oruca başlayınız!" buyurdu. Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil hesâ bladır ve hesâb sahîh (doğru) olup, hilâl, hesâbın bildirdiği gecede doğar. Fakat o gece rü'yet-i hilâl gerçekleşmeyip bir gece sonra görülebilir ve oruca, takvimle, hesapla değil, hilâli görmekle başlamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Hilâlin doğduğu geceden önceki gecelerde, hiçbir yerde rü'yet-i hilâl gerçekleşemeyeceği için, Ramazân-ı şerîf, hesâbla bulunan günden önce başlayamaz. O gün veya bir gün sonra başlar. O halde oruca takvimle, hesabla değil rü'yet-i hilâlle başlamalıd ır. (İbn-i Âbidîn)

Rü'yet-i Taksîr:
Kendini günâhkâr ve kabahatli, kusurlu görmek, kendini suçlamak.
Namaz içinde uyulması gereken şartlar; ihlâs (amelinde samîmi olmak), tefekkür, havf (Allahü azîm-üş-şândan korkmak), recâ (Allahü azîm-üş-şânın rahmetini ummak), rü'yet-i taksîr ve mücâhede (nefs ve şeytanla mücâdele)dir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
 
Üst Alt