Ezan oldum dinmedim, bayrak oldum inmedim, şehit oldum ölmedim. Adım Müslüman soyadım Türk benim...
  • ULVİ HOCAM NURKUL HOCAM 3700 GÜN 10 YIL OLDU LÜTFEN GELİN SİZİ ÇOK ÖZLEDİK.. İlimyuvası Yönetim İletişim ilimyuvasi.com@gmail.com

Muhammed ma'sûm fârûkî

seize

Çavuş
MUHAMMED MA'SÛM FÂRÛKÎ;
Evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi
İmâm-ıRabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu
göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve
velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ lakablarıdır. Urvet-ül-vüskâ;
sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan'ın
Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.
Muhammed Ma'sûm hazretleri doğduğu zaman babası; "MuhammedMa'sûm'un dünyâya
gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra
yüksek hocamın (MuhammedBâkî-billah'ın) huzûruna kavuştum, ona talebe oldum.
Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi.
Kur'ân-ı kerîmi kısa sürede ezberledi. İlim tahsîl ettiği sırada, on bir yaşında iken, zikr ve
murâkabe yolunu babasından aldı. İmâm-ıRabbânî hazretleri onun hakkında;
"MuhammedMa'sûm'un günden güne ân-be-ân bizim nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin
yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf sâhibinin hâline
benzer." buyurdu. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine onun için; "Bu oğlum, sâbikûndan
(bu ümmetin büyüklerinden) dir." buyurdu.
O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının
yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli
kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: "Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim
okumaktan başka çâre yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En
zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed
Ma'sûm hazretleri, ilim tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; "İlim tahsîlini çabuk
bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır." buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına;
"Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır.
Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye arzedince, babası; "Sen zamânının
kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir:
"Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine
kavuştum."
Muhammed Ma'sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: "Bu günlerde
oğlum Muhammed Ma'sûm, Şerh-i Mevâkıf'ı bitirdi. Bu aradaYunan felsefecilerinin kusur
ve hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve
senâlar olsun." İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık'tan ve babasının
halîfelerinden olan büyük âlim MuhammedTâhir-i Lâhorî'den öğrendi. Ayrıca başka
âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.
On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa
yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta
kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha
çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: "Bu fakîr, (yâni Muhammed
Ma'sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu
fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh
buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli
huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere
kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü
senâlar olsun."
Muhammed Ma'sûm, mübârek babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl
derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler, günler ve
aylara sığdırıldı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki:
 

seize

Çavuş
"Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi.
Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana
dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr
dünyâdan göç etmem yaklaştı." Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî buyurdu ki: "Bu fakîr, bu gizli
müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve
üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret
kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha
yaşayacağını işâret edip; "Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini
onun yerine oturtur." buyurdu.
Muhammed Ma'sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd
makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola
dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid
görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk
bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim
olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir
haftada evliyâlık kemâlâtına ererler
di. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden herbiri, bulunduğu
yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan doğru yolu anlattılar. Böylece
onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek
kadar umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan
Murâd-ı Münzevî hazretlerinin kabri İstanbul'dadır. İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç
evliyâdan biridir.
Muhammed Ma'sûm hazretleri 1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp
mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: "Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin
nûrları ile dolmuş buluyorum." Mekke ve Medîne'de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz
hâller müşâhede eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: "Mekke-i
mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe'yi tavaf
ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her
defâsında Kâbe'yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe'nin etrâfından göğe kadar her yeri
kaplamışlardı."
Yine şöyle buyurdu: "Mekke'den Arafat'a gitmek için yola çıktım. Mina'ya varınca, namaz
kılmak için Mescid-i Hîf'e girdim. Peygamber efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş,
konaklamışlardı. Aynı zamanda oradaMûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmın makamları vardı. Bu
mescidde oturduk. Allah'ın Peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O'nun o mübârek
latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü."
Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşiHâce Muhammed Saîd
hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak
Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: "Duâ esnâsında
müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ ettiğim sı__________rada,
mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için,
duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate
kavuştu."
Yine buyurdu ki: "Kâbe'de idim. Hazret-i İbrâhim'i, makâm-ı İbrâhim'de gördüm. Onun
yakınında inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum."
Peygamber efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî'ul-evvel ayının on ikinci gecesi,
Kabe'deMültezem'in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette,
kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullah efendimize tazarrû, yalvarma ve
ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allahü
teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi.
 

seize

Çavuş
Hattâ bunu
terketmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.
Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretleriMekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde'ye
geldiği zaman buyurdu ki: "Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok
görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni
oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların
azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor." SonraMedîne'ye gitmek
üzere yola çıktı.
Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının
eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an evvel bu kıymetli yerlere
kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i kirâmın mübârek mezârlarına ulaşmak için
tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra'da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden
hazret-i Abdülhâris'in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın
başında murâkabe eyledi. Sonra; "Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini
bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı."
buyurdu.Sonra Medîne'ye girdiler. Medîne'de Peygamber efendimizin kabrini ziyâret ederek,
uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve; "Peygamberlerin sonuncusu, kereminin
çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi.Lütf ve inâyet buyurup
beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar
kavuşmamıştım." buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde
defâlarca görmüştür.
Muhammed Ma'sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı kirâmdan birçok
zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî' kabristanını da ziyârete gitti.Bu
ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî' kabristanında
vedâ ziyâreti yaparken, hazret-i Osman'ın nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezârları
da ziyâret için oradan ayrılırken, hazret-i Osman'ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç
defâ öptü. Ayrıca hazret-i Abbâs'ın, hazret-i Âişe'nin, hazret-i Fâtıma'nın, Peygamber
efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim'in ve diğer büyüklerin
rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, herbirinden ayrı ayrı
hâller gördüğünü bildirmiştir.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan
MuhammedHanîf-iKâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük
zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; "Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî
İmâm-ıRabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri
Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm'dur." dedi. O da beni Muhammed Ma'sûm'un huzûruna
götür deyince, o şahıs da; "Ben senin yanına onun işâreti ile seni götürmek için geldim." dedi.
Onu alıp MuhammedMa'sûm hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük
müjdelerle dolu olan bu rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir
şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil'den Serhend'e gitti.Serhend'e varınca
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe
olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve
himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin
görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil'e
döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının
ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp,
Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler: "Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin
büyüklüğünüze inanmayız." dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet
ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz. Eğer
gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki
mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed
Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına
şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri yemeği
ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim."
dedi.
 

seize

Çavuş
Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya
başladılar. Vakit gelince Hanîf'e; "Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim." dediler. Hâce
Muhammed Hanîf hazretleri de; "Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu
zamandır." buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne
görsünler! MuhammedMa'sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri
için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka
şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını
şaşırdılar. Özür ve af dilediler.
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Yalnız MuhammedHanîf'in hatırı için geldim.
Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim
kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve
ziyanlara düşersiniz." Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular.
Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete
erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu
bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Hiç kimseye
haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve
üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.
Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: "MuhammedMa'sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra,
memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine; "Efendim, irşâd
makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim
yoktur." dedim. Bu sözler üzerine bana; "Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah
kâğıt getir." buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde
kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler
içerisinde kaldım. Kendi kendime; "Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu" dedim.
Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: "Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle
sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar,
ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur."Sonra izin alarak, memleketime
gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın
veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd
vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim." Bu
talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi mânâsında; "Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr
olmuştur.
Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma'sûm hazretlerine talebe
olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu.
Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma'sûm'un huzûruna gitti. Hocası
Muhammed Ma'sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve
altı misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, "Enbe" denilen yemiş verdi. Ayrıca altı
misâfiri için, "Eşrefî" denilen altı altın para verdi ve; "Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada
bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver." buyurdu.
MuhammedMa'sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip
halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti.
Verirken de; "Bu kumaşta bereket vardır." buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zaman o
kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının
sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen
yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî mânâsında "Sofî Pâyende Kerbâs" ismi ile meşhûr
olup anıldı.
 

seize

Çavuş
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce
Muhammed Sıddîk'a, Peşâver'de irşad, talebe yetiştirme vazifesi verilmişti. Bu talebesi şöyle
anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü
görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver'den, Serhend'e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra
binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni
düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı.
Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik
içinde iken hocam Muhammed Ma'sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile
hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden
gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya
kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu yardımından dolayı
memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam
gözden kayboldu, onu orada göremedim."
Yine, talebelerinin büyüklerinden HâceMuhammedSıddîk şöyle anlatmıştır: "Hocam
MuhammedMa'sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime
gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su
kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire
suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir
çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri
gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu."
Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: "Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak
sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrada
öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam
Muhammed Mâ'sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın
yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana
gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece
şiddetli susuzluktan ve helak olmaktan kurtuldum."
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce
Muhammed Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında hayvanıma odun
yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek
kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm hazretleri birden bire
karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu."
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle
anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet verip;
"Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler." buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman
kendisine; "Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler, zâhirî bir
kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki
insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki,
itâat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar." diye
bildirdim. Bunun üzerine hocam; "Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de,
senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi
severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu."
Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın yanındayken, Muhammed Ma' sûm hazretlerinin büyük bir
mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç
hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm
hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve
MuhammedMa'sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler
gönderdi. "Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye haber yolladı. Bir bardak
içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed
Ma'sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi.
 

seize

Çavuş
Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok
yalvarınca, buyurdu ki: "Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı
dedi." O Hânın adamlarına; "Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor." buyurdu.
Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu
sözleri işitince o anda öldü.
Berekât-ı Ma'sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Evrengzîb'in oğlu, zamânın
pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh'ın meclisindeydim. MuhammedMa'sûm hazretlerinin
tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: "Sultan Evrengzîb,
Keşmîr'e giderken, irşâd diyârı olan Serhend'den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed
Ma'sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben
de babamın yanındaydım. Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Baban vefât ettikten sonra,
pâdişâhlık sana geçecektir." buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı.
Evrengzîb'in pâdişâhlık müddeti elli sene idi."
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa'bân ayının on beşinci gecesi, yâni
duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri
sorup cevap aldı. Sonra da; "Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler." buyurarak,
vefât edeceğine işâret etti.Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; "Pek yakında
kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur." buyurdu. Vefât edince kabrinin orası
olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının
cevâbında; "Burada her şey rahmet iledir" buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât
etti.Vefâtları 1668 (H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi.
Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra gelince, yıkayıcı; "Bu
mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum." dedi. Bunun üzerine MuhammedMa'sûm
hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada
bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı.
Mezârı, hayatta iken; "Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur"
buyurduğu yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri üzerine yüksek
kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz
metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ında, bu oğluna yazdığı
mektuplar vardır.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok veli yetişmiş ve zamanlarının
kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının
vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece
kazanmışlardır.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin üç ciltlik; Mektûbât-ı Ma'sûmiyye adlı bir eseri vardır.
Bu üç cildde toplam altı yüz elli iki mektup vardır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde
Pakistan'ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir
adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma'sûmiyye adı ile İhlâs Holding A.Ş. tarafından
bastırılmıştır. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin 1. cild 4.
mektubunda şöyle buyurmaktadır:
"Bu bir köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile
gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı
Hakk'a bağlılığınızı ve O'nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat
arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini
yerleştirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini
bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son
derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül
bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin
azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî
ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır.
 

seize

Çavuş
"Nîmetlerime şükrederseniz, onları
arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7) buyrulmuştur.
Ey mes'ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek
arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye
yapışmak ve bid'atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun
esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin
sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz.
Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni
gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı,
Allahü teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız.
"İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki,
âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.
Mübâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız.
Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda
otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan
mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh
kitaplarında bildirilmiştir.
Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret
etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç
isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere
harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan
kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.
İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz
kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun
kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri
imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip,
birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri
yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp
âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa
o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete
girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan
susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve
mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın
(matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın sevgili Peygamberi
buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır.
Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te olan hûriler onu karşılar.
Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder."
Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur'ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak,
kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi
mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ
MuhammedHanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle
geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli
ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda
ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz.Fârisî beyt tercümesi:
Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!
Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!" (Birinci
cild, on dördüncü mektup.)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki: "Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de,
Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi
olur ve büyük ibâdet olur."
 

seize

Çavuş
"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur."
"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."
"Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır."
"Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her
birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen
meyyitin sevâbı hiç eksilmez."
"İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."
"İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."
"İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."
"Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın,
hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla
mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine,
arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli
azablara müstehak olurlar."
"Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir.
Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını
düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir."
"Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür
ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı(geceleri çok tövbe
etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.
"Bid'atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en
mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük
maksattandır."
"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o
günah amel defterine yazılmaz."
"Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli
olmalıdır."
"Kur'ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur."
"Cennet'e girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir."
"Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır.
Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı, ömrün en kötü
zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!"
"Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok
yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli
cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!"
"Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını
geciktirmez."
"Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti
unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır."
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli
kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri
yapan ve âhiret azığını hazırlayandır."
"Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır."
"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını
kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek
lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır."
"Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması,
Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur."
"Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna
hediye etmelidir."
 

seize

Çavuş
"Seher vakitlerinde ağlamayı ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak
addetmelidir."
"Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak
namaz kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir."
"Attâr-ıŞiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi
sorulunca; "Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım" dedi.
Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; "Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm.
Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum." buyurdu."
"İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz."
BOL NÎMET VE BEREKET
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını
kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa
başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan
etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından
göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir
zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil'atı gibi, bir tac ve hil'atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve
pek kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki: "Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana
verdikleri bu hil'at, diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz
devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun hakkında
Kur'ân-ı kerîmdeAllahü teâlâ meâlen; "Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik"
buyuruyor.
YETİŞ EY HOCAM!
İcâzetini verip, talebeden birine,
Gönderdi hizmet için, kendi memleketine.
Hâce Muhammed Sıddîk, adlı bu talebesi,
Gidip, Allah yoluna, dâvet etti herkesi.
Lâkin özlediğinden, pek fazla üstâdını,
Ziyâret maksadiyle, yaptı hazırlığını.
Sonra ata binerek, yola çıkıp giderken,
At ürküp, kendisini, düşürdü üzerinden.
Ve hem de bir ayağı, takıldı üzengiye,
Başladı hayvan onu, yerde sürüklemeye.
Etraf da ıssız olup, kimsecikler yoktu pek,
Nerdeyse ölecekti, yerde sürüklenerek.
Çâresizlik içinde, kapadı gözlerini,
İstedi üstâdının, yardım ve himmetini.
“Allah’ın izni ile, ey hocam, yetiş hemen,
Çok zor bir durumdayım, kurtar beni bu hâlden.”
Kalbinden geçirince, hemen bu murâdını,
O, bir anda yetişti ve durdurdu atını.
Takılan ayağını, atın üzengisinden,
Çıkarıp halâs oldu, ölüm tehlikesinden.
Ayağa kalktığında, düşündü ki o ilkin:
“Teşekkür eyliyeyim, hocama, bu iş için.”
Ve lâkin göremedi, onu kendi yanında,
Zirâ o, göz önünden kaybolmuştu ânında.
Aynı zât anlatır ki, hocamın derslerine,
Muntazaman gittiğim, günlerde bir gün yine,
Âile efrâdımı, ziyaret etmek için,
Memlekete gitmeye, hocamdan aldım izin.
Hazırlığımı yapıp, yola çıktım nihâyet,
Sonra bir su yanında, mola verdim bir müddet.
Bir insan boyundan da, derindi hem de o su,
Gömleğimi çıkarıp, yıkamak ettim arzû.
Ve lâkin birden bire, ayaklarım kayarak,
Düştüm suyun içine, yüzü koyun olarak.
Suda yüzmesini de, mâlesef bilmiyordum.
“Beni bu vaziyetten, kim kurtarır?” diyordum.
Böyle çok zor durumda, kalınca en nihâyet,
Yine ben üstâdımdan, istedim, yardım medet:
“Allah'ın izni ile, çabuk yetiş ey hocam,
Yoksa bu su içinde, az sonra boğulacam.”
Ben böyle düşünürken, üstâdım geldi birden,
Beni, sudan çıkarıp, kayboldu göz önünden.
Yolculuk yapıyordum, bir gün yine sahrada,
Susuzluk tesîriyle, otururdum arada.
Yürüyecek tâkatim, kalmadı en nihâyet,
Hattâ yoktu etrafta, sudan eser, işâret.
“Ne yapacağım” diye, düşünürken böyle ben,
Baktım, yine üstâdım, teşrîf etti âniden.
Beni tutup, bir suyun, başına götürerek,
Bekledi baş ucumda, kendime gelene dek.
O sudan kana kana, içip döndüm ben geri,
Baktım yine üstâdım, terk eylemiş bu yeri.
 

seize

Çavuş
İBRİĞİN SIRRI
Muhammed Ma'sûm, bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde
bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına
üzüldü. "Acabâ ne kusur ettim." deyip, MuhammedMa'sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip
durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini MuhammedMa'sûm-i Fârûkî
hazretlerine bildirdi. MuhammedMa'sûm hazretleri buyurdu ki: "Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği
attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu
orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O
anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı
kurtardım."
Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: "Sahrâda âniden bir arslan
gördüm. O anda Hocam, İmâm-ıMuhammedMa'sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile
gördüm ki, İmâm-ıMa'sûm hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek
kuvvet kalmadı.Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin
kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum."
KISA ÖMÜR
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında,
insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir
kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret
yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar."
"Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."
BOŞ HAYALLERDEN VAZGEÇ
Bir genç, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve
dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm hazretleri bir gün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: "Bu
bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir!
Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır." Bu hâl içerisinde
ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için
duâ ve himmet etmesini istedi. MuhammedMa'sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden
kurtulması için duâ ve himmet etti ve; "Seni bu hâlden kurtardılar!" buyurdu. Genç bu sözü duyar
duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o
kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.
EHL-İ SÜNNETİN ŞEREFİ
Bir gün İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan'ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı.
Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma'sûm
hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri;
"Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz." sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye
kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnetin en
büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma'sûm ile alay etmek, onu küçük görüp
hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce
Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed
Hanîf, hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma'sûm
hazretleri bıçaklardan birini alıp; "Bir salatalık getirin." buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla
salatalığı kesti ve buyurdu ki; "Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının
kesildiğini gördüm." Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.
 

seize

Çavuş
ON İKİ SENE SONRA
Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebesi olan kız
kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; "Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin,
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve böylece
kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra
kavuşabileceksin." buyurdu. Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de,
irşâd diyârı olan Serhend'e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed
Ma'sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma'sûm hazretleri onu görünce; "Üstâdının
sana söylediği on iki sene bugün doldu." buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi.
Sonra buyurdular ki: "Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada
bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim."







1) Mektûbât-ıMa'sûmiyye (MuhammedMa'sûm (k.s.)
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118
3) Zübdet-ül-Makâmât; s.315
4) Hadarât-ül-Kuds; s.262
5) Umdet-ül-Makâmât; s.251
6) Hadâik-ül-Verdiyye; s.191
7) Hak Sözün Vesîkaları; (2. Baskı) s.319
8) Kıyâmet veÂhiret; (5. Baskı) s.102
9) İrgâm-ul-Merîd; s.72
10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.109
11) Reşehât Zeyli; s.39
12) Nesîmât-ül-Üns
13) Ma'den-i Cevâhir
14) Eşcâr-ül-Huld
15) Esmâr-ül-Eşcâr
16) Mahzen-ül-Envâr-ı Sâfî fî Keşfi Esrâr-il-Müceddidî
17) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.199
18) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.291
19) Yevâkît-ül-Haremeyn
20) Makâmât-ı Ahyâr; s.28
21) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.89
 
Üst Alt